Yukarıdaki programa ait içeriğin metni ve fotoğraflar buradadır ;yilmaz.sahin yazdı:Merhabalar Kitap ve Hemşehri Dostları;
Yazarımz Selvigül Hanım'ın 24 Aralık 2011 Cumartesi Günü Saat: 13:00 - 15:00'te İNSAN MEDENİYET HAREKETİ'nin konuğu olacağı son çıkan kitaplarıyla ilgili söyleşisi ve imza programı vardır. İST. EYÜP Semti Devlet Hastanesi yakınındaki BAHARİYE MEVLEVİHANESİ'ndeki bu güzel programa tüm kitap dostları davetlidir. Duyurulur...
İNSAN MEDENİYET HAREKETİ, BAHARİYE MEVLEVİHANESİ’NDE SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN’İ MİSAFİR ETTİ
Son çıkan kitapları Eylül Sancısı ve Hızırla Yolculuk hakkında, İnsan Medeniyet Hareketi Dernreği’nin Genel Sekreter yardımcısı Filiz Balcı’yla Selvigül Hanım bir söyleşi gerçekleştirdi.
Değerli misafirlerimiz, hoşgeldiniz.
Ben Filiz Balcı. İnsan ve Medeniyet Hareketi Derneği'nin genel sekreter yardımcısıyım. Bugün sizlerle değerli yazar Selvigül Kandoğmuş Şahin'i ve eserlerini daha yakından tanımak
için toplandık. Öncelikle Selvigül Hanım’ın kısa bir özgeçmişini okumak istiyorum.
“1971 Tokat Reşadiye Demircili beldesinde doğdu. İlköğrenimini Babaeski’de tamamladı. Liseyi ve üniversiteyi İstanbul’da bitirdi.
Yazmaya lise yıllarında başladı. Ciddi manada ilk yazıları Ankara Radyosu’nda uzakdoğu müzikleri eşliğinde doğaçlama şeklinde programlar yapan Tamer Levent’in radyo programlarında yer aldı.
Üniversite yıllarında bir grup arkadaşıyla ‘Üniversiteli’ dergisini çıkarttı. Yörünge dergisinde kısa bir süre muhabirlik yaptı. Yine aynı derginin bünyesinde çıkan Sena Dergisi’nin genel yayın kurulunda yer aldı. Bahçelievler ve Bağcılar Belediyeleri’nde Eğitim Kültür Müdürlükleri’nde bir süre metin yazarı olarak çalıştı. En son Bağcılar Belediyesi Basın Danışmanlığı’nda çalıştığı görevinden istifa edip öğretmenliğe geçmek istedi; fakat başörtüsü sebebiyle başvuruda bulunamadı.
Yazıları ve öyküleri; Kafdağı, Kitap Dergisi, Yedi İklim, Hece Öykü, Kurani Hayat, Umran, Özgün İrade, Eğitim Yazıları gibi dergilerde ve Skyturk, Edebistan, Kadınnews, Haber Duruş, Dünya Bizim gibi internet sitelerinde yayınlandı.
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında görev aldı. En son İkbal Eğitim Kültür Derneği’nin Yönetim Kurulu Başkanlığı’nda bulundu..
Öykü kitapları; ‘Gülendamın Renkleri’ (Yedi İklim Yayınları 2001), Hayırlı Haber (Eylül Yayınları 2002), Eylül Sancısı (Bengisu Yayınları 2011), bir gençlik romanı,
Yusufhan (Nesil Yayınları), Söz Buğusu (Adım Kitap 2011) ve Hızırla Yolculuk (Bengisu Yayınları 2011) adlı deneme kitapları okuyucuyla buluştu.
Yazar, evli ve Meryem’in, Hacer’in, Mustafa’nın, Hümeyra’nın annesi olarak hâlen, İstanbul’da ikamet etmektedir.”
İlk iki öykü kitabınız Gülendamın Renkleri ve Hayırlı Haber bir yıl arayla çıkmış. 2006’da Yusufhan yayınlanmış. Uzun bir sessizlikten sonra tekrar arka arkaya çıkan üç kitapla karşı karşıyayız. Hayırlı olsun diyelim…
Yusufha’dan başlayarak kitaplar ve hayatınız paralelinde sohbetimizi başlatmak istiyorum. Yusufhan bir gençlik romanı. Oldukça sade bir dille yazılmış. Bu istenince olabilecek bir şey demek ki diye düşündüm. Yazarlar her zaman zorlu cümlelerin sahibi değil… Kitabın başından sonuna yalın, sıcak bir anlatım var.
Yusufhan, erguvanların benim adını dahi bilmediğim bir çok çiçeğin içinde huzurlu, renkli bir kasabada büyüyor. Selvigül Hanım nerde büyüdü? Nasıl bir çocukluk yaşadı ki böyle renkli bir dünyaya taşıyor bizi diye sorsam?
Yazınsal hayatınıza çocukluğunuzun yansıması nasıl oldu? İlk okuduğunuz kitaplar, ilk paylaşımlarınızı sorsam neler söylersiniz?
Öncelikle beni burada ağırlayan İnsan Medeniyet Harekiti’ne teşekkürlerimi sunuyorum. Manevi atmosferiyle bizi ayrı dünyalara taşıyan bu mekanda olmak benim için çok manidar. Ve sevgili dostlar sizleri de saygıyla selamlıyorum. Soğuğu ve İstanbul’un trafiğini aşarak buraya geldiniz, teşekkürlerimi sunuyorum tüm misafirlere…
Kısaca Yusufhan romanından bahsetmek istiyorum. Yusufhan öncelikle bir tiyatro eseri olarak yazıldı. Daha sonra uzun bir hikaye oldu. Ve sevgili Hasan Aycın’nın tavsiyesi ile roman haline geldi. Özellikle sade bir anlatımla yazdım. Gençliğe yönelik olması hasebiyle böyle bir anlatımı tercih ettim. Aslında edebiyat bir sofra gibidir. Böyle tasnifler olmasa da, ortada çocuk, gençlik edebiyatı diye oluşmuş bir edebiyat mevcut. Romanda fantastik öğeler, büyük şehre göç, bir delikanlının arayışları sözkonusu…
Romanı yazarken bir kasabadan bahsetmem gerekiyordu. Müşahhas bir örnek olarak yaşadığım kasabayı anlattım. Benim çocukluğum da, bahçelerin, toprak yolların, kireç badanalı evlerin gölgeliklerinde geçti. Babamın işlettiği bir çay bahçesi vardı. Gül bahçeleri, bahçıvan amcalar, büyütüp baktığım nice hayvanlar… Ve kurduğumuz dostluklarla okuduğumuz kitaplar. Arkadaşlarımızla kitap okuma çeteleri kurar ve kasabanın tek kitapçısına sık sık uğrardık. Harçlıklarımızı biriktirir, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını ve birçok kitabı alırdık. Şimdiki çocuklar gibi kitaplar bize gelmezdi, biz kitaplara gider, arar bulurduk. Günlerce beğenilen kitap elden ele dolaşır ve kapağı, sayfaları aşınırdı…
Adarno, “çocukluk yazarlığın anayurdudur der”. Bu sözü daha önce de terennüm etmiştim. Benim yazarlığım çocukluğumdan doyasıya beslendi…
Bu romanda bir de göç var. Kasabadan şehre göç. Sizin hayatınızda da sanırım böyle bir dönem var? Kasaba ortamından büyük şehre geldiniz, bunun yaşantınıza etkisi nasıl oldu?
Büyük şehre göç etmek zorunda kaldık. Babamı kaybetmiştik. İşler yolunda gitmeyince, İstanbul’daki evimize geldik. Güçlü dostluklar kurduğum kasabamdan ayrılmak beni oldukça yıprattı. Çok zorluklar yaşadım. Bu zorlukları kendi genç dünyamda içten içe hesaplaşmalarla halletmeye çalışsam da, psikolojik anlamda belli bunalımlar yaşadım. Arkadaşlarımla uzun uzun mektuplaştım.
Sonrasında lise yılları, büyük bir boşluk ve kalabalık şehrin ürküten yalnızlığı… Dost canlısı yanımla arkadaşlıklar kurdum; ama en güçlü dostlukları üniversite yıllarında kurdum ve İstanbul’a ancak o yıllarda alışabildim…
En son kitabınız ‘Hızırla Yolculuk’. Kitap, ‘Hızırla Yolculuk’ adlı bir deneme ile başlıyor. Daha çok gezi yazılarından müteşekkil bir kitap ama farklı konulardaki yazılar da sanki ruhsal yolculuklara çıkartıyor okuyucuyu. Bu manada bakarsak, Hızır imgesinin, yazılarınız ekseninde sizdeki karşılığını sorsam ne dersiniz?
Kehf Suresi 60. ayette; “Hani (gezginlik günlerinde) Musa yardımcısına: ‘İki denizin birleştiği yere kadar yoluma devam edeceğim’ demişti; (bu yolda) yıllar harcamam gerekse bile!”
Bu ayet bir manifesto gibi çıktı yazı yolculuğumda önüme… Hakikati bulma ve yaşama manasında yılmadan, usanmadan yol almak ve yoldaş edinmek. Ne kadar bilgili de olsan bilge bir kişinin eteklerine tutunarak yürümek. Musa’nın elinde asası vardı, par par yanan eli vardı. Ama bilgelik yolunda Hızır bir muştu gibi geldi sırlı günlerine. Bizim de Hızırlarımız vardır. İnandığımız yegane kitap en başta Hızırımızdır. Sonrasında okuduğumuz hakikate yaslı tüm kitaplar Hızır solukludur. Beraber olduğumuz dostlar, yarenler ve yazı yürüyüşünde önderimiz olan nice yazarların kalemleri Hızır solukludur…
Hızırla Yolculuk adlı kitapta yer alan; “Edebiyat İklimine Yürürken” adlı yazınızdan bir alıntıyla sorumu sormak istiyorum:
“Bir zamanlar, üniversitenin arka taraflarında, tarihi bir binanın kafeteryaya çevrilmiş loş mekanlarında, buğulanmış camların gerisinden lapa lapa karlar yağardı. Biz bir grup arkadaş, Hitit Kafe’de ara ara Nilüfer’i, Kayahan’ı dinlerdik. Üniversitenin ön bahçesi Beyazıt Camii’ne uzanır, arka bahçesi, Aslı Kafe, Hitit Kafe, Yümni gibi daha isimlerini hatırlamadığım mekanlara… Başımda deli rüzgarlar… Gönlümde sancılar, gece uykularımı bölen sanrılar, sorgulamalar…”
Doksanlı yıllarda üniversite öğrencisiyken düşünsel manada dönüşüm yaşıyorsunuz, o yılların sizdeki izleri nelerdir diye sorsam neler söylersiniz?
Doksanlı yıllarda üniversite öğrencisiyken, sorgulamalar yaşayarak düşünsel manada belli devrimler oldu yaşantımda. Körfez Savaşı’nın olduğu zamanlar. Bizler de arkadaşlarla Hergele Meydanı’nda, ara ara gittiğimiz kafelerde son olayları konuşuyoruz. Üniversitenin ön tarafı Beyazıt Camii’ne, arka tarafı birçok kafeye ve daha ilerisi, Ensar Vakfı ve Süleymani Camii’ne bakıyor. Dünyanın dengelerinin değiştiği zamanlar. Lapa lapa karlar yağıyor. Ve Irak bombalanıyor. Bir halk inim inim inliyor karlar altında, bombalar yağarken. Taraf olma noktasında sorgulamalar yaşıyorum. Aynı sorgulamaları kendi benliğimde ve kişiliğimde de yaşıyorum.
Bir tarafta Müslüman coğrafyada bombalar altında kalan mazlum bir halk, bir tarafta idol olarak görülen uygar dünya. Bir dünya kayıyor ayaklarımın altından. Yeni bir dünyanın aydınlık günlerine adım atarken, ruhumda devrimler gerçekleşiyor. Okuduğum kitaplarda, ihanete uğrayan bir din anlayışı, aşağılanan manevi değerler var. Bu içten içe zoruma gidiyor. Mektup arkadaşımın gönderdiği Neruda’nın şiirlerini okumak, Nazım’ın şiirlerini terennüm etmek, Kimya Mühendisliği’ndeki arkadaş grubuyla Yılmaz Güney’in filmlerini seyretmek yüreğimdeki sancılara merhem olmuyor. Ne yapsam, nereye gitsem ruhumdaki depreşmeler dinmiyor. Kütüphanede birkaç örtülü kızın yanında buluyorum kendimi farkında olmayarak. Hayran hayran uzaktan izliyorum onları. Ve artık arka taraftaki Aslı Kafe’ye değil de ön bahçedeki, Beyazıt Camii’nin büyülü cumbalarının önünde, serin secdelere vuruyorum kendimi.
Artık yürüdüğüm yollar, görüştüğüm insanlar ve okuduğum kitaplar bir bir değişiyor. Varlık Dergisi’ne yazma aşamasındayken, Dergah Dergisi’ne yolum düşüyor. Sevgili Mustafa Kutluy’la tanışıyorum. Şiirlerimi okuyor. Hakan Albayrak’ın şiir kitabını gösteriyor bana. Sonrasında Bosna Savaşı başlıyor. O yıllarda Bosna Savaşı’nın, bizim kimlik inşamıza katkısı büyük olmuştur. Benim ilk yazım da bir Bosna yazısı. Yazıyı Yediiklim Dergisi’ne götürüyorum.
Ali Haydar Ağabey’yle, Rahmetli Nedim Çeker’le ve Bosnalı Emira ile tanışıyorum. Böylece yazı yürüyüşüm başlıyor. Sonrasında birçok değerli isim giriyor hayatıma. Ali Haydar Haksal, Hasan Aycın, Cemal Şakar, Osman Bayraktar, Ömer Lekesiz, Hüseyin Su bu yürüyüşte hep desteğini gördüğüm ağabeylerim.
Eyül Sancısı, iki öykü kitabından müteşekkil, buradan geriye dönüp baktığımızda sanki doksanlı yılların gençliği, o dönem yaşanan olaylar daha anlamlı kılar gibi anlatıyı? Dönemin öykülerinize yansımasını sorsam, hangi olaylarla öykülerin eşiğine geldiniz? Özellikle kitabın adını taşıyan öykü; “Eylül Sancısı” hangi ruh haliyle yansıdı satırlara?
Edebi eserler bulundukları döneme tanıklık ederler. O dönem de sancılı bir dönemdi. Bu günlerden o günlere bakmak daha anlamlı kılıyor gerçekten yazılanları. Eylül Sancısı’nı yazdığım dönemde, 11 Eylül saldırıları gerçekleşmiş, Afganistan’a saldırılar olmuş, yine mazlum bir halk zulme maruz kalmıştı. O günlerde dikkatimi, açlıktan ölen kundaklı bir bebek haberi çekmişti. Babası, ‘açlıktan annesinin sütü kesildi ve yavrum öldü’ diyordu bu haberde. Bu olay üzerine yazılmış bir öykü. Küresel bir köy haline gelen dünyamızda dengeler uğrana yaşanan acılar.
Yine o günlerde, örtü mağduru yetmiş yaşındaki Medine Bircan’ın ölüm döşeğinde zorla takılmış peruklu hali hiç aklımdan çıkmaz. ‘Hicret’ öyküsü de bu günlerin arefesinde yazıldı…
Tüm bunların üstüne, yazmanın sizdeki karşılığı nedir diye sorsam, neler söylersiniz?
“Gayri samimi bir sanatkar ölü doğan bir sanat eseri meydana getirir. Bu namaz gibidir. Heyecan ve huşu içinde kılınmayan namaz, hangi dünyada ve hangi bilinçte olursa olsun manasızlıktır. Dinde riyakârlık ve biçimsellik neyse, sanatta da akademicilik odur.” der Aliya İzzet Begoviç.
Yine, “Sanat dinin çocuğudur, eğer yaşamak istiyorsa tekrar tekrar bu kaynağa dönmeye mecburdur.” diyerek bir menifesto koyar önümüze, Bilge Kral Aliya.
Ben de inanan bir insan olarak, muhatap olduğum Rabbime karşı sorumluluk bilincimi kuşanıp, yemin edilmiş bir kalemle yazıyorum.
Tüm sanatsal faaliyetlerin geleceğe, ondan da öte ahrete yazılı mektuplar olduğunu düşünüyorum. Zarfa değil mazrufa bakmak gerekir, diye içeriğin samimiyetini önemsemek gerektiğini düşünüyorum…
“Söz insanı büyüler”, Hz. Muhammed ümmi idi, o konuşmaya ve yazmaya başlaşınca tüm konuşanlar, önder şairler sustu ilahi öğretinin karşısında…
Arap toplumunun fikir babaları olan şairlerin muhteşem şiirlerinden sonra vahiy geldi ve şairlerin dili tutuldu. Şuara Suresi’nin 224. ayetinde, ‘…onlara yalnızca azgınlar uyarlar ve her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar’ diyerek, azmış ve inkarcı şairler anlatılır.
Bu şairlerde kibir var. Büyüye yaslı gaybi bilgiyi kuşanmışlığa dair inançla, şamanlık var. Vahiy şairlerin bu yönünü yonttu. Kesip attı.
Yine Şuara Suresi 227. ayette: “İnanan, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan, Allah’ı sıkça anan (sadece) haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanalar… Allah’ın vaadine güvenen şairler...” diye ifadeler vardır… Mümin, Müslüman sanatçının da prototipini çizer ayetler bize bu anlatımlarla.
Tüm bunların üzerine yazmanın bendeki karşılığı “Abduhu ve Resulühü” diyen rehberim Muhammed Aleyhisselam gibi, önce kulum; sanatçılığım sonrasında gelir. Rabbimin bana emanet olarak verdiği yeteneği, kullanıyor, şükür, hayret ve haşyet makamında yazmaya çalışıyorum. Tutarlı, sahih, ayakları sabit, hayret ve haşyet makamında bir edebiyatın oluşması için, tutarlı ve o denli de sağlam bir düşünce yapısına, ilahi referanslara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Vahiyle muhataplığımı anlayarak, Şuara Suresi’ndeki anlatılan dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan, Allah’ı sık anan şairler güruhunun içinde olmak için çaba harcıyorum.
Edebiyat dergileriyle beraber, düşünce dünyamıza da ışık tutan dergilerde isminizi görüyoruz. Dergilerin yazın dünyasındaki önemi nedir?
Dergiler, adeta bir dergah, bir eğitim yuvası görevi görmüşlerdir önceki yıllarda. Şimdilerde, sanal ortamlar, internet gibi sebepler bu okul olma vasfını sekteye uğrattı gibi.
Dergilerin isimlerinden yola çıkarak, Ağaç, Hareket, Mavera, Dirilişler ve birçok dergi isimleriyle bile bize birçok şey ifade eder. Mavera öteler dair demektir… Onlar anlamlı yürüyüşle iz bırakarak güçlü bir miras bıraktılar… Yaşadılar ve gittiler…
80’li yılların başında Salih Tuna, Abdülhamit Muhaciri müstearıyla yazan , Cahit Zarifoğlu’nun teşvikiyle, bizzat Mavera dergisinde, omzundan vurulup gazi olan Afganistan direnişini anlatan, Bahattin Yıldız ağabeyi anlatır. Bir yıldız gibi kayıp gitti Bahattin Abi, geriye birkaç roman ve yaşanmışlıklar kaldı… Dergiler böyle insanları ağırladı.
Nuri Pakdil, “kutsal inat”dan bahsederek, “Kalem benim kalemdir.” diyerek, dimdik yazdı yıllarca…
Şimdiki edebiyat dergileri o günlerin mayasındandır… Düşünce dergilerine de yüreğe yaslı denemeler yazmaktayım.
Her öykücüye sorulur; ben de sorayım, roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Öykü bana daha yakın geliyor. İlerde roman yazar mıyım bilmiyorum. Bir ara doksanlı yılların romanını yazma fikri yoklayıp geçti muhayyilemi. Edebiyat eserleri yazıldıkları dönemlerinin güçlü şahitleridir. Roman bu rolü kesintisiz bir şekilde sürdürüyor. Roman derin ve geniş zamanların ürünü. Nefesim yeter mi bilmiyorum.
Önümüzdeki günlerde tezgahta neler var? Üçüncü öykü kitabınız yolda sanırım. Bu konuda neler söylersiniz?
Aslına bakarsanız önceden yayınlanmş, ancak baskısı tükenmiş kitaplarımı tekrar okuyucu önüne çıkartmak için son zamanlarda yoğun ve yorucu bir tempo yaşadım. Öykülerin ikinci baskısı olarak, “Eylül Sancısı” ve denemelerin toplandığı “Hızırla Yolculuk” kitabı. Son yıllarda yazdığım öykülerimin toplandığı bir öykü dosyam var; “Savrulan”. Savrulan, önümüzdeki bahara çıkacak inşallah.
Yazıya yönelen gençlere neler tavsiye edersiniz?
Gençlere bol bol okumalarını öneririm. Yazıya oldukça ilgi var. Bence herkes yazmak zorunda değil. Ama herkes okumak zorunda. Anlamlı okumalar yapmalılar. “Oku !” diye başlayan bir Kitab’a inanıyoruz. Bu okumaları, kitabî olduğu kadar, hayatı, insanları, yaşanılan değerleri okumak diye zenginleştirebiliriz. Okumalar, yazıya istidadı olan kişiyi nihayetinde yazının eşiğine getirecektir.
Teşekkürler…
Ben teşekkür ediyorum. Beni misafir ettiğiniz için…