SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Şiir, kitap, film, müzik, gösteri önerileriniz ve çeşitli röportajlar bu başlık altında. Ayrıca sanatsal olsun olmasın şiirlerinizi, okuduğun kitap ve roman yorumlarınızı, gittiğiniz tiyatro oyunları ve sinema filmleri hakkındaki öneri görüşlerinizi buradan aktarabilirsiniz...
Kullanıcı avatarı
yilmaz.sahin
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi
Mesajlar: 2053
Kayıt: Cmt Tem 15, 2006 2:08 am
Konum: İstanbul
İletişim:

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen yilmaz.sahin » Çrş Ara 28, 2011 10:55 pm

yilmaz.sahin yazdı:Merhabalar Kitap ve Hemşehri Dostları;

Yazarımz Selvigül Hanım'ın 24 Aralık 2011 Cumartesi Günü Saat: 13:00 - 15:00'te İNSAN MEDENİYET HAREKETİ'nin konuğu olacağı son çıkan kitaplarıyla ilgili söyleşisi ve imza programı vardır. İST. EYÜP Semti Devlet Hastanesi yakınındaki BAHARİYE MEVLEVİHANESİ'ndeki bu güzel programa tüm kitap dostları davetlidir.
Duyurulur...
Yukarıdaki programa ait içeriğin metni ve fotoğraflar buradadır ;


İNSAN MEDENİYET HAREKETİ, BAHARİYE MEVLEVİHANESİ’NDE SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN’İ MİSAFİR ETTİ

Son çıkan kitapları Eylül Sancısı ve Hızırla Yolculuk hakkında, İnsan Medeniyet Hareketi Dernreği’nin Genel Sekreter yardımcısı Filiz Balcı’yla Selvigül Hanım bir söyleşi gerçekleştirdi.

Değerli misafirlerimiz, hoşgeldiniz.

Ben Filiz Balcı. İnsan ve Medeniyet Hareketi Derneği'nin genel sekreter yardımcısıyım. Bugün sizlerle değerli yazar Selvigül Kandoğmuş Şahin'i ve eserlerini daha yakından tanımak
için toplandık. Öncelikle Selvigül Hanım’ın kısa bir özgeçmişini okumak istiyorum.
“1971 Tokat Reşadiye Demircili beldesinde doğdu. İlköğrenimini Babaeski’de tamamladı. Liseyi ve üniversiteyi İstanbul’da bitirdi.
Yazmaya lise yıllarında başladı. Ciddi manada ilk yazıları Ankara Radyosu’nda uzakdoğu müzikleri eşliğinde doğaçlama şeklinde programlar yapan Tamer Levent’in radyo programlarında yer aldı.
Üniversite yıllarında bir grup arkadaşıyla ‘Üniversiteli’ dergisini çıkarttı. Yörünge dergisinde kısa bir süre muhabirlik yaptı. Yine aynı derginin bünyesinde çıkan Sena Dergisi’nin genel yayın kurulunda yer aldı. Bahçelievler ve Bağcılar Belediyeleri’nde Eğitim Kültür Müdürlükleri’nde bir süre metin yazarı olarak çalıştı. En son Bağcılar Belediyesi Basın Danışmanlığı’nda çalıştığı görevinden istifa edip öğretmenliğe geçmek istedi; fakat başörtüsü sebebiyle başvuruda bulunamadı.
Yazıları ve öyküleri; Kafdağı, Kitap Dergisi, Yedi İklim, Hece Öykü, Kurani Hayat, Umran, Özgün İrade, Eğitim Yazıları gibi dergilerde ve Skyturk, Edebistan, Kadınnews, Haber Duruş, Dünya Bizim gibi internet sitelerinde yayınlandı.
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında görev aldı. En son İkbal Eğitim Kültür Derneği’nin Yönetim Kurulu Başkanlığı’nda bulundu..
Öykü kitapları; ‘Gülendamın Renkleri’ (Yedi İklim Yayınları 2001), Hayırlı Haber (Eylül Yayınları 2002), Eylül Sancısı (Bengisu Yayınları 2011), bir gençlik romanı,
Yusufhan (Nesil Yayınları), Söz Buğusu (Adım Kitap 2011) ve Hızırla Yolculuk (Bengisu Yayınları 2011) adlı deneme kitapları okuyucuyla buluştu.
Yazar, evli ve Meryem’in, Hacer’in, Mustafa’nın, Hümeyra’nın annesi olarak hâlen, İstanbul’da ikamet etmektedir.”

İlk iki öykü kitabınız Gülendamın Renkleri ve Hayırlı Haber bir yıl arayla çıkmış. 2006’da Yusufhan yayınlanmış. Uzun bir sessizlikten sonra tekrar arka arkaya çıkan üç kitapla karşı karşıyayız. Hayırlı olsun diyelim…
Yusufha’dan başlayarak kitaplar ve hayatınız paralelinde sohbetimizi başlatmak istiyorum. Yusufhan bir gençlik romanı. Oldukça sade bir dille yazılmış. Bu istenince olabilecek bir şey demek ki diye düşündüm. Yazarlar her zaman zorlu cümlelerin sahibi değil… Kitabın başından sonuna yalın, sıcak bir anlatım var.
Yusufhan, erguvanların benim adını dahi bilmediğim bir çok çiçeğin içinde huzurlu, renkli bir kasabada büyüyor. Selvigül Hanım nerde büyüdü? Nasıl bir çocukluk yaşadı ki böyle renkli bir dünyaya taşıyor bizi diye sorsam?
Yazınsal hayatınıza çocukluğunuzun yansıması nasıl oldu? İlk okuduğunuz kitaplar, ilk paylaşımlarınızı sorsam neler söylersiniz?


Öncelikle beni burada ağırlayan İnsan Medeniyet Harekiti’ne teşekkürlerimi sunuyorum. Manevi atmosferiyle bizi ayrı dünyalara taşıyan bu mekanda olmak benim için çok manidar. Ve sevgili dostlar sizleri de saygıyla selamlıyorum. Soğuğu ve İstanbul’un trafiğini aşarak buraya geldiniz, teşekkürlerimi sunuyorum tüm misafirlere…
Kısaca Yusufhan romanından bahsetmek istiyorum. Yusufhan öncelikle bir tiyatro eseri olarak yazıldı. Daha sonra uzun bir hikaye oldu. Ve sevgili Hasan Aycın’nın tavsiyesi ile roman haline geldi. Özellikle sade bir anlatımla yazdım. Gençliğe yönelik olması hasebiyle böyle bir anlatımı tercih ettim. Aslında edebiyat bir sofra gibidir. Böyle tasnifler olmasa da, ortada çocuk, gençlik edebiyatı diye oluşmuş bir edebiyat mevcut. Romanda fantastik öğeler, büyük şehre göç, bir delikanlının arayışları sözkonusu…
Romanı yazarken bir kasabadan bahsetmem gerekiyordu. Müşahhas bir örnek olarak yaşadığım kasabayı anlattım. Benim çocukluğum da, bahçelerin, toprak yolların, kireç badanalı evlerin gölgeliklerinde geçti. Babamın işlettiği bir çay bahçesi vardı. Gül bahçeleri, bahçıvan amcalar, büyütüp baktığım nice hayvanlar… Ve kurduğumuz dostluklarla okuduğumuz kitaplar. Arkadaşlarımızla kitap okuma çeteleri kurar ve kasabanın tek kitapçısına sık sık uğrardık. Harçlıklarımızı biriktirir, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını ve birçok kitabı alırdık. Şimdiki çocuklar gibi kitaplar bize gelmezdi, biz kitaplara gider, arar bulurduk. Günlerce beğenilen kitap elden ele dolaşır ve kapağı, sayfaları aşınırdı…
Adarno, “çocukluk yazarlığın anayurdudur der”. Bu sözü daha önce de terennüm etmiştim. Benim yazarlığım çocukluğumdan doyasıya beslendi…

Bu romanda bir de göç var. Kasabadan şehre göç. Sizin hayatınızda da sanırım böyle bir dönem var? Kasaba ortamından büyük şehre geldiniz, bunun yaşantınıza etkisi nasıl oldu?
Büyük şehre göç etmek zorunda kaldık. Babamı kaybetmiştik. İşler yolunda gitmeyince, İstanbul’daki evimize geldik. Güçlü dostluklar kurduğum kasabamdan ayrılmak beni oldukça yıprattı. Çok zorluklar yaşadım. Bu zorlukları kendi genç dünyamda içten içe hesaplaşmalarla halletmeye çalışsam da, psikolojik anlamda belli bunalımlar yaşadım. Arkadaşlarımla uzun uzun mektuplaştım.
Sonrasında lise yılları, büyük bir boşluk ve kalabalık şehrin ürküten yalnızlığı… Dost canlısı yanımla arkadaşlıklar kurdum; ama en güçlü dostlukları üniversite yıllarında kurdum ve İstanbul’a ancak o yıllarda alışabildim…

En son kitabınız ‘Hızırla Yolculuk’. Kitap, ‘Hızırla Yolculuk’ adlı bir deneme ile başlıyor. Daha çok gezi yazılarından müteşekkil bir kitap ama farklı konulardaki yazılar da sanki ruhsal yolculuklara çıkartıyor okuyucuyu. Bu manada bakarsak, Hızır imgesinin, yazılarınız ekseninde sizdeki karşılığını sorsam ne dersiniz?

Kehf Suresi 60. ayette; “Hani (gezginlik günlerinde) Musa yardımcısına: ‘İki denizin birleştiği yere kadar yoluma devam edeceğim’ demişti; (bu yolda) yıllar harcamam gerekse bile!”
Bu ayet bir manifesto gibi çıktı yazı yolculuğumda önüme… Hakikati bulma ve yaşama manasında yılmadan, usanmadan yol almak ve yoldaş edinmek. Ne kadar bilgili de olsan bilge bir kişinin eteklerine tutunarak yürümek. Musa’nın elinde asası vardı, par par yanan eli vardı. Ama bilgelik yolunda Hızır bir muştu gibi geldi sırlı günlerine. Bizim de Hızırlarımız vardır. İnandığımız yegane kitap en başta Hızırımızdır. Sonrasında okuduğumuz hakikate yaslı tüm kitaplar Hızır solukludur. Beraber olduğumuz dostlar, yarenler ve yazı yürüyüşünde önderimiz olan nice yazarların kalemleri Hızır solukludur…

Hızırla Yolculuk adlı kitapta yer alan; “Edebiyat İklimine Yürürken” adlı yazınızdan bir alıntıyla sorumu sormak istiyorum:

“Bir zamanlar, üniversitenin arka taraflarında, tarihi bir binanın kafeteryaya çevrilmiş loş mekanlarında, buğulanmış camların gerisinden lapa lapa karlar yağardı. Biz bir grup arkadaş, Hitit Kafe’de ara ara Nilüfer’i, Kayahan’ı dinlerdik. Üniversitenin ön bahçesi Beyazıt Camii’ne uzanır, arka bahçesi, Aslı Kafe, Hitit Kafe, Yümni gibi daha isimlerini hatırlamadığım mekanlara… Başımda deli rüzgarlar… Gönlümde sancılar, gece uykularımı bölen sanrılar, sorgulamalar…”

Doksanlı yıllarda üniversite öğrencisiyken düşünsel manada dönüşüm yaşıyorsunuz, o yılların sizdeki izleri nelerdir diye sorsam neler söylersiniz?

Doksanlı yıllarda üniversite öğrencisiyken, sorgulamalar yaşayarak düşünsel manada belli devrimler oldu yaşantımda. Körfez Savaşı’nın olduğu zamanlar. Bizler de arkadaşlarla Hergele Meydanı’nda, ara ara gittiğimiz kafelerde son olayları konuşuyoruz. Üniversitenin ön tarafı Beyazıt Camii’ne, arka tarafı birçok kafeye ve daha ilerisi, Ensar Vakfı ve Süleymani Camii’ne bakıyor. Dünyanın dengelerinin değiştiği zamanlar. Lapa lapa karlar yağıyor. Ve Irak bombalanıyor. Bir halk inim inim inliyor karlar altında, bombalar yağarken. Taraf olma noktasında sorgulamalar yaşıyorum. Aynı sorgulamaları kendi benliğimde ve kişiliğimde de yaşıyorum.
Bir tarafta Müslüman coğrafyada bombalar altında kalan mazlum bir halk, bir tarafta idol olarak görülen uygar dünya. Bir dünya kayıyor ayaklarımın altından. Yeni bir dünyanın aydınlık günlerine adım atarken, ruhumda devrimler gerçekleşiyor. Okuduğum kitaplarda, ihanete uğrayan bir din anlayışı, aşağılanan manevi değerler var. Bu içten içe zoruma gidiyor. Mektup arkadaşımın gönderdiği Neruda’nın şiirlerini okumak, Nazım’ın şiirlerini terennüm etmek, Kimya Mühendisliği’ndeki arkadaş grubuyla Yılmaz Güney’in filmlerini seyretmek yüreğimdeki sancılara merhem olmuyor. Ne yapsam, nereye gitsem ruhumdaki depreşmeler dinmiyor. Kütüphanede birkaç örtülü kızın yanında buluyorum kendimi farkında olmayarak. Hayran hayran uzaktan izliyorum onları. Ve artık arka taraftaki Aslı Kafe’ye değil de ön bahçedeki, Beyazıt Camii’nin büyülü cumbalarının önünde, serin secdelere vuruyorum kendimi.
Artık yürüdüğüm yollar, görüştüğüm insanlar ve okuduğum kitaplar bir bir değişiyor. Varlık Dergisi’ne yazma aşamasındayken, Dergah Dergisi’ne yolum düşüyor. Sevgili Mustafa Kutluy’la tanışıyorum. Şiirlerimi okuyor. Hakan Albayrak’ın şiir kitabını gösteriyor bana. Sonrasında Bosna Savaşı başlıyor. O yıllarda Bosna Savaşı’nın, bizim kimlik inşamıza katkısı büyük olmuştur. Benim ilk yazım da bir Bosna yazısı. Yazıyı Yediiklim Dergisi’ne götürüyorum.
Ali Haydar Ağabey’yle, Rahmetli Nedim Çeker’le ve Bosnalı Emira ile tanışıyorum. Böylece yazı yürüyüşüm başlıyor. Sonrasında birçok değerli isim giriyor hayatıma. Ali Haydar Haksal, Hasan Aycın, Cemal Şakar, Osman Bayraktar, Ömer Lekesiz, Hüseyin Su bu yürüyüşte hep desteğini gördüğüm ağabeylerim.

Eyül Sancısı, iki öykü kitabından müteşekkil, buradan geriye dönüp baktığımızda sanki doksanlı yılların gençliği, o dönem yaşanan olaylar daha anlamlı kılar gibi anlatıyı? Dönemin öykülerinize yansımasını sorsam, hangi olaylarla öykülerin eşiğine geldiniz? Özellikle kitabın adını taşıyan öykü; “Eylül Sancısı” hangi ruh haliyle yansıdı satırlara?

Edebi eserler bulundukları döneme tanıklık ederler. O dönem de sancılı bir dönemdi. Bu günlerden o günlere bakmak daha anlamlı kılıyor gerçekten yazılanları. Eylül Sancısı’nı yazdığım dönemde, 11 Eylül saldırıları gerçekleşmiş, Afganistan’a saldırılar olmuş, yine mazlum bir halk zulme maruz kalmıştı. O günlerde dikkatimi, açlıktan ölen kundaklı bir bebek haberi çekmişti. Babası, ‘açlıktan annesinin sütü kesildi ve yavrum öldü’ diyordu bu haberde. Bu olay üzerine yazılmış bir öykü. Küresel bir köy haline gelen dünyamızda dengeler uğrana yaşanan acılar.
Yine o günlerde, örtü mağduru yetmiş yaşındaki Medine Bircan’ın ölüm döşeğinde zorla takılmış peruklu hali hiç aklımdan çıkmaz. ‘Hicret’ öyküsü de bu günlerin arefesinde yazıldı…


Tüm bunların üstüne, yazmanın sizdeki karşılığı nedir diye sorsam, neler söylersiniz?

“Gayri samimi bir sanatkar ölü doğan bir sanat eseri meydana getirir. Bu namaz gibidir. Heyecan ve huşu içinde kılınmayan namaz, hangi dünyada ve hangi bilinçte olursa olsun manasızlıktır. Dinde riyakârlık ve biçimsellik neyse, sanatta da akademicilik odur.” der Aliya İzzet Begoviç.
Yine, “Sanat dinin çocuğudur, eğer yaşamak istiyorsa tekrar tekrar bu kaynağa dönmeye mecburdur.” diyerek bir menifesto koyar önümüze, Bilge Kral Aliya.
Ben de inanan bir insan olarak, muhatap olduğum Rabbime karşı sorumluluk bilincimi kuşanıp, yemin edilmiş bir kalemle yazıyorum.
Tüm sanatsal faaliyetlerin geleceğe, ondan da öte ahrete yazılı mektuplar olduğunu düşünüyorum. Zarfa değil mazrufa bakmak gerekir, diye içeriğin samimiyetini önemsemek gerektiğini düşünüyorum…
“Söz insanı büyüler”, Hz. Muhammed ümmi idi, o konuşmaya ve yazmaya başlaşınca tüm konuşanlar, önder şairler sustu ilahi öğretinin karşısında…
Arap toplumunun fikir babaları olan şairlerin muhteşem şiirlerinden sonra vahiy geldi ve şairlerin dili tutuldu. Şuara Suresi’nin 224. ayetinde, ‘…onlara yalnızca azgınlar uyarlar ve her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar’ diyerek, azmış ve inkarcı şairler anlatılır.
Bu şairlerde kibir var. Büyüye yaslı gaybi bilgiyi kuşanmışlığa dair inançla, şamanlık var. Vahiy şairlerin bu yönünü yonttu. Kesip attı.
Yine Şuara Suresi 227. ayette: “İnanan, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan, Allah’ı sıkça anan (sadece) haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanalar… Allah’ın vaadine güvenen şairler...” diye ifadeler vardır… Mümin, Müslüman sanatçının da prototipini çizer ayetler bize bu anlatımlarla.
Tüm bunların üzerine yazmanın bendeki karşılığı “Abduhu ve Resulühü” diyen rehberim Muhammed Aleyhisselam gibi, önce kulum; sanatçılığım sonrasında gelir. Rabbimin bana emanet olarak verdiği yeteneği, kullanıyor, şükür, hayret ve haşyet makamında yazmaya çalışıyorum. Tutarlı, sahih, ayakları sabit, hayret ve haşyet makamında bir edebiyatın oluşması için, tutarlı ve o denli de sağlam bir düşünce yapısına, ilahi referanslara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Vahiyle muhataplığımı anlayarak, Şuara Suresi’ndeki anlatılan dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan, Allah’ı sık anan şairler güruhunun içinde olmak için çaba harcıyorum.
Edebiyat dergileriyle beraber, düşünce dünyamıza da ışık tutan dergilerde isminizi görüyoruz. Dergilerin yazın dünyasındaki önemi nedir?
Dergiler, adeta bir dergah, bir eğitim yuvası görevi görmüşlerdir önceki yıllarda. Şimdilerde, sanal ortamlar, internet gibi sebepler bu okul olma vasfını sekteye uğrattı gibi.
Dergilerin isimlerinden yola çıkarak, Ağaç, Hareket, Mavera, Dirilişler ve birçok dergi isimleriyle bile bize birçok şey ifade eder. Mavera öteler dair demektir… Onlar anlamlı yürüyüşle iz bırakarak güçlü bir miras bıraktılar… Yaşadılar ve gittiler…
80’li yılların başında Salih Tuna, Abdülhamit Muhaciri müstearıyla yazan , Cahit Zarifoğlu’nun teşvikiyle, bizzat Mavera dergisinde, omzundan vurulup gazi olan Afganistan direnişini anlatan, Bahattin Yıldız ağabeyi anlatır. Bir yıldız gibi kayıp gitti Bahattin Abi, geriye birkaç roman ve yaşanmışlıklar kaldı… Dergiler böyle insanları ağırladı.
Nuri Pakdil, “kutsal inat”dan bahsederek, “Kalem benim kalemdir.” diyerek, dimdik yazdı yıllarca…
Şimdiki edebiyat dergileri o günlerin mayasındandır… Düşünce dergilerine de yüreğe yaslı denemeler yazmaktayım.

Her öykücüye sorulur; ben de sorayım, roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Öykü bana daha yakın geliyor. İlerde roman yazar mıyım bilmiyorum. Bir ara doksanlı yılların romanını yazma fikri yoklayıp geçti muhayyilemi. Edebiyat eserleri yazıldıkları dönemlerinin güçlü şahitleridir. Roman bu rolü kesintisiz bir şekilde sürdürüyor. Roman derin ve geniş zamanların ürünü. Nefesim yeter mi bilmiyorum.
Önümüzdeki günlerde tezgahta neler var? Üçüncü öykü kitabınız yolda sanırım. Bu konuda neler söylersiniz?
Aslına bakarsanız önceden yayınlanmş, ancak baskısı tükenmiş kitaplarımı tekrar okuyucu önüne çıkartmak için son zamanlarda yoğun ve yorucu bir tempo yaşadım. Öykülerin ikinci baskısı olarak, “Eylül Sancısı” ve denemelerin toplandığı “Hızırla Yolculuk” kitabı. Son yıllarda yazdığım öykülerimin toplandığı bir öykü dosyam var; “Savrulan”. Savrulan, önümüzdeki bahara çıkacak inşallah.


Yazıya yönelen gençlere neler tavsiye edersiniz?

Gençlere bol bol okumalarını öneririm. Yazıya oldukça ilgi var. Bence herkes yazmak zorunda değil. Ama herkes okumak zorunda. Anlamlı okumalar yapmalılar. “Oku !” diye başlayan bir Kitab’a inanıyoruz. Bu okumaları, kitabî olduğu kadar, hayatı, insanları, yaşanılan değerleri okumak diye zenginleştirebiliriz. Okumalar, yazıya istidadı olan kişiyi nihayetinde yazının eşiğine getirecektir.

Teşekkürler…

Ben teşekkür ediyorum. Beni misafir ettiğiniz için…
Dosya ekleri
DSC_0014.jpg
DSC_0014.jpg (83.41 KiB) 13613 kere görüntülendi
DSC_0016.jpg
DSC_0016.jpg (144.18 KiB) 13613 kere görüntülendi
DSC_0023.jpg
DSC_0023.jpg (105.72 KiB) 13613 kere görüntülendi
DSC_0035.jpg
DSC_0035.jpg (162.46 KiB) 13613 kere görüntülendi
DSC_0039.jpg
DSC_0039.jpg (96.04 KiB) 13613 kere görüntülendi
"Söz uçar yazı kalır"

selvigul.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 32
Kayıt: Sal Oca 29, 2008 5:03 pm
Konum: Türkiye

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen selvigul.sahin » Cum Ara 30, 2011 12:29 am

Sevgili Yılmaz kardeşim söyleşiye yer verdiğin için teşekkürlerimi sunuyorum...Selam ile...

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Pzr Oca 01, 2012 6:45 pm

Selvigül Hanım demişki,

''Yazıya yönelen gençlere neler tavsiye edersiniz?

Gençlere bol bol okumalarını öneririm. Yazıya oldukça ilgi var. Bence herkes yazmak zorunda değil. Ama herkes okumak zorunda. Anlamlı okumalar yapmalılar. “Oku !” diye başlayan bir Kitab’a inanıyoruz. Bu okumaları, kitabî olduğu kadar, hayatı, insanları, yaşanılan değerleri okumak diye zenginleştirebiliriz. Okumalar, yazıya istidadı olan kişiyi nihayetinde yazının eşiğine getirecektir.''


Selvigül Hanım'ın dediği gibi bütün insanlarımız bol bol okumalı.........

selvigul.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 32
Kayıt: Sal Oca 29, 2008 5:03 pm
Konum: Türkiye

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen selvigul.sahin » Pzt Oca 02, 2012 12:49 am

Sevgili Erkan kardeşim paylaşımınız için teşekkürler. Kitabı, güzel kızlarınıza imzalayıp gönderdim. İnşallah size ulaşmıştır. Hayırlı günler diliyorum.

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Pzt Oca 02, 2012 2:09 pm

Eserlerinizi aldım Selvigül Bacım,çok teşekkür ederim....

Kullanıcı avatarı
yilmaz.sahin
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi
Mesajlar: 2053
Kayıt: Cmt Tem 15, 2006 2:08 am
Konum: İstanbul
İletişim:

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen yilmaz.sahin » Sal Şub 07, 2012 8:30 pm

"Söz uçar yazı kalır"

Kullanıcı avatarı
yilmaz.sahin
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi
Mesajlar: 2053
Kayıt: Cmt Tem 15, 2006 2:08 am
Konum: İstanbul
İletişim:

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen yilmaz.sahin » Cmt Mar 17, 2012 10:54 am

RACHEL’İN GERÇEKLEŞEN RÜYASI


“Kardeşlerim, bakmayın sarı saçlı olduğuma, ben Asyalıyım,
Bakmayın mavi gözlü olduğuma, ben Afrikalıyım…”



Fragman 1

Gecenin ilerleyen saatlerine doğru önce herkesin yatmasını bekledi. Sessizlik hoşuna

gidiyordu. Odasının dağınıklığına artık aldırmıyordu. Dalgalı siyah saçları, rimelli

kirpiklerine takılıyor, ekranı görmekte zorlanıyordu. Kalktı, büyük kristal avizenin

aydınlattığı hole yürüdü. Sonra orta banyoda, gözlerinin rimelini temizledi. Herkesin artık

uykuda olduğunu anladı daha bir rahatladı.

Odasının dağınıklığında, loş aydınlığa inat, kızaran gözlerini ekrana dikti. Liste uzundu.

Eşarpları beğenmekte zorlanacaktı belli… İnternetten alışveriş yapmak işine geliyordu.

Louis Vuitton… Burberry marka iki eşarbı beğenmesi neredeyse bir saatini aldı. Ekrana

kilitli kan çanağına dönmüş gözleri artık yanıyordu. Aşağı kattan sesler geliyordu.

Annesinin yine uykusu kaçmış olmalıydı. Önce bilgisayarı kapattı. Arkasından odasının

ışığını. Bir an aşağı inmeyi düşündü. Gecenin bu saatinde duyduğu ayak sesleri her zamanki

gibi annesine aitti bundan emindi. Yine migreni tuttu herhalde, diye düşündü. Sızlayan

gözlerini yumdu. Uykusuz, bitkin, yorgundu. Dingin bir uykunun özlemiyle, ipek nevresimin

yumuşak dokunuşuna başını gömdü. Ama yastık sanki taş kesilmiş, yorgan ağırlaşmış,

bedeni sızlıyordu… Defalarca sağa sola döndü. Bir türlü rahat edemiyordu. Neden sonra

gecenin ağaran aydınlığında, perde perde sabah ezanları sızlayan yüreğine akıyor ama o

külçeleşmiş bedenini bir türlü kaldıramıyor… Yorgun ve sızlayan bedeniyle öylece uyumaya

çabalıyordu…

Fragman 2

İstiklal Caddesi’nin artan kalabalığında yürürken, Tünel’in girişinde bekleyen sevgilisini

düşündü. Dizlerinin bağı çözülüyor, ona kavuşmanın tarifsiz heyecanı adımlarını daha

bir hızlandırıyordu. Aradan kaç gün geçmişti oysa. Ama özlüyordu. Her an yanında olsun

istiyordu. Çaprazlama taktığı koyu yeşil çantadan aceleyle bir sigara yaktı. Nefesini daraltsa

da sigara iyi geliyordu. Kalabalık artmış, akşamın loşluğuna inat lambalar ışıl ışıldı. Bu

saatlerde cadde daha bir kalabalık oluyordu. İnsanlara çarpa çarpa ilerlemeye çalıştı.

Adımlarını daha bir hızlandırdı. Nihayet sevgilisini Tünel’in girişinde gördü.

Derin bir nefes çekip yarım izmariti attı sonra üstüne basıp söndürdü. Koşuyordu nefes

nefeseydi. Kız da onu görünce koşmaya başlamıştı. Keman çalmaya çalışan uzun saçlı, üstü

başı dağınık orta yaşlı adamın tam önünde birbirleriyle buluştular.

Delikanlı kıza sarıldı, kızın bir an ayakları yerden kesildi. Beline kadar uzun dalga dalga sarı

saçlarına delikanlının yüzü gömüldü. Uzun süre öylece kaldılar… Kemancı gözlerini kaçırdı…

Yan yana yürüyen iki ihtiyar başlarını öne eğdi. Pasajın girişinde bekleyen bir grup genç, dizi

film tadındaki bu sahneyi birbirlerini dürterek izledi…

Fragman 3

Her zamanki gibi, gecenin ilerleyen saatlerine kadar toplantı uzamıştı. Masanın başında

oturmaktan yorulanlar, rehavetle koltuklara bırakmışlardı kendilerini. Artık tazeliğini

kaybetmiş çaylarla beraber sigaralar, purolar içiyor, sohbeti bir türlü nihayete

erdirmiyorlardı. Her biri başka yerlerde yazsalar da arada toplanıp, gündeme dair

değerlendirmeler yapıyorlardı. Derneğin toplantı salonunda buluşmaları herkes için uygun

oluyordu. Reytingi en fazla olan gazetelerden birisinde yazan, orta boylu, saçları dökülmüş,

miyop gazeteci herkesin sözünü kesiyordu. Popüler bir edebiyat dergisinin genel

yayın yönetmeni olan, kirli sakallı şair bu duruma sinir olsa da belli etmemeye çalışıyor, arada

söze katılıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor… Uğultu halini alan sohbet uzadıkça uzuyor…

Neden sonra oturmaktan ayakları uyuşan, en yaşlı köşe yazarı artık kalkalım, diyerek ani bir

teklifte bulunuyor. Hepsi de köşelerinde yazacakları yazıları düşünürken, dumanaltı sohbetin

ağırlığı altında, ayaklarını neredeyse sürüyerek terk ediyorlar toplantı salonunu. Derneğin

küçük mescidinde Kuran okuyan görevli, birbiri ardına hareket eden arabaların tekerleklerinin

çıkarttığı seslerle, yanan farların pencereye vuran aydınlığında kalkıp, perdeyi aralıyor…

Birbiri ardınca giden son model arabalar, gecenin karanlığına doğru akıyorlar…

Esas Fragman

Dr.Samiri’nin evi, yığın yığın toprakların, yaralanmış yeşilliklerin arkasında…

Makine operatörü sürüyor buldozeri…

Gri kirli bir toz bulutunu yara yara ilerliyor buldozer.

Yıkık duvarların gerisinden korkuyla bakan çocukların şahitliğinde hızla ilerliyor.

Acelesi var belli…

Sonra, sarı saçlı kız yürüyor…

Yürüyor kız, mavi gözlerinde kıvılcımlar…

Yüreği güm güm atarak yürüyor…

Toprak yığınlarının önüne doğru öylece yürüyor…

Ellerini kaldırıyor önce.

Duracakları yok biliyor oysa.

Üzerine gelen buldozere doğru yürümeye devam ediyor.

Dirilişe, arınmaya, özgürlüğe doğru yürüyor…

Sarı saçlarını rüzgârlar savuruyor… Duvar diplerindeki çocukların gözbebekleri büyüyor.



Rachel’in cesedi oradaydı…

Yeşil çayırlığın bağrından koparılan, sürülen buğu buğu taze topraklara belenmiş…

Oradaydı.. Tıpkı topraklar gibi taze bedeninin üzerinden buldozer geçmişti… Sarı saçlarına

doğru yapışkan bir kan yürümüştü. Mavi gözleri, duru yüzünün aydınlık gülümsemesi, kana

bulanmıştı.



Katil konuşuyor:

Kaskınız kafanızdayken bir şey duyamazsınız…

Açık tenli Filistinliler de var.

Bir takım örgütlerden gelen Filistinliler olduğunu düşündüm…

Toprağı itiyorduk. Ellerini sallayan birisini gördüm.

D 9 kumanda merkezi…

Rachel…16.59 kamerasında. Kayıtlar… D 9 birine çarptı!

D 9’un yoluna çıkmış olmalı.

Dr. Nasrallah’ın evi ileride hedef orası… Hedefe doğru gidiyorduk.

Emirleri bekledim.

Bize söyleneni yaptık.

YAŞAMAK İÇİN SAVAŞAN ASKERLER BİR SİVİLİ ÖLDÜRDÜ.

Taammüd olup olmadığı…

Askeri hukuk taammüd olup olmadığına karar verdi…

Sürücünün görüş alanı son derece kısıtlı…

Arkadaşları konuşuyor…

“Refah’ta… İlk defa bir morg çekmecesine bakıyorum. Orada Rachel’i görüyorum…”

Sakin sakin konuşan kısa saçlı, iri yeşil gözlü kızdı, Rachel’in kana bulanmış parçalanmış

bedenini görünce… Yürek parçalayan çığlıklarla ağlayan, evet oydu… Zapdedilemez bir

halde kendini yerden yere atarken nasıl da haykırışları dağlıyordu yürekleri… Yanmıştı…

Yüreği dağlanmıştı…

“Tel Aviv sokaklarına, sınır boyunca taşıdığımız Rachel’in cesedini getirdik.

Kırık Rumcamla telefonumu şarj etmek istediğimi söyledim. Beni içeri almadılar.

Hatalı bir otopsi raporu yazdılar.

Hatalı… Bir… Otopsi… Raporu… Yazdılar…”

Katil konuşuyor:

Patlayıcı madde yerleştiren teröristleri engellemek için…

Taciz ettiler…

Askerlere karşı aldırmazlık vardı.

BOĞULARAK ÖLMESİ SONUCU, GÖZLERİNDE KANLANMA…

HABERLER:

Ahmet Hakan Kanal 7 de haberleri veriyor:

23 yaşında genç bir Amerikalı kadın yaşamını yitirdi. Filistin’e barış eylemcisi olarak geldi.

Filistinli çocukların evsiz, babasız kalmaması için eylemlere katıldı. O, bir barış gönüllüsü idi.

Amerikalı barış eylemcisinin üzerinden İsrail Tanki iki kez geçerek ölümüne yol açtı…



Rachel, sarı saçları arkadan toplanmış. Gözleri artık mavi değil sanki kahverengi. Boynunda

bir Filistin poşusu. İnce, duru yüzünde, kesin inançlılarda görülen bir tebessümle kararlı

konuşuyor:

“Filistinli çocuklar için elimden geleni yapacağım!”

Son Fragman

Yazar artık öyküyü sonlandırması gerektiğini düşündü. Omuzlarına ağırlık, gözlerine

mahmurluk çöktü. Midesine kramplar girdi… Neden sonra, küçük bir kız gördü arşive

kaldırılmış ekranlarda. Kendi kızına benziyordu sanki. Mavi gözleri ışıl ışıl, cennet

çağlayanı gibi akıcı bir sesle mikrofon önünde konuşuyor. Tepesinde toplanmış örgülü sarı

saçları, aydınlık gülümsemesiyle konuşuyor. Yazarın yüreğine bir muştu gibi dökülen kelimeler

çökmüş omuzlarını dikleştirdi. Küçük sarı saçlı kızın billur gibi akan sesi içinde bir yerleri

öylece eritiyor, artık derin nefeslerle ağlıyordu… Küçük kızın gerçekleşen rüyasına ağlıyordu…

December 12 1989, Rachel Corrie: “ Ben diğer çocuklar için buradayım.

Buradayım, çünkü her yerde çocuklar, ızdırap çekmekte. Çünkü, kırk

bin insan her gün açlıktan ölmekte. Anlamalıyız ki, üçüncü dünya

ülkelerindeki çocuklar bizim gibi düşünür, endişelenir, güler ve ağlar.

Anlamalıyız ki, onlar bizim rüyalarımızı görüyor, biz de onların!

Rüyam, 2000 yılına kadar açlığı bitirebilmek.

Rüyam fakirlere bir şans vermek.



Rüyam hergün ölen kırk bin insanı kurtarabilmek…”

-24 Ocak 2012-

(YEDİ İKLİM, MART 2012)
"Söz uçar yazı kalır"

Kullanıcı avatarı
yilmaz.sahin
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi
Mesajlar: 2053
Kayıt: Cmt Tem 15, 2006 2:08 am
Konum: İstanbul
İletişim:

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen yilmaz.sahin » Sal May 01, 2012 10:13 pm

Haberin tamamına ulaşmak için BURAYA klikleyiniz.
Dosya ekleri
selviguls_yenisafak.jpg
selviguls_yenisafak.jpg (132.87 KiB) 13454 kere görüntülendi
"Söz uçar yazı kalır"

Kullanıcı avatarı
yilmaz.sahin
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi
Mesajlar: 2053
Kayıt: Cmt Tem 15, 2006 2:08 am
Konum: İstanbul
İletişim:

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen yilmaz.sahin » Pzt Tem 02, 2012 10:35 am

Dosya ekleri
bizimdunyayazi1.jpg
bizimdunyayazi1.jpg (126.34 KiB) 13366 kere görüntülendi
"Söz uçar yazı kalır"

Kullanıcı avatarı
yilmaz.sahin
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi
Mesajlar: 2053
Kayıt: Cmt Tem 15, 2006 2:08 am
Konum: İstanbul
İletişim:

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen yilmaz.sahin » Prş Ağu 30, 2012 10:32 am

Yazarımız Selvigül Hanım'dan bir öykü;

“Kapat gözlerini kimse görmesin…”

Selin, kırık dökük bir sonbahar günü iplik iplik yağan ince bir yağmur eşliğinde, senin aşkından bahsediyor.

Selin sus… Sus, Selin… Sen neler diyorsun? Hocam o benim… Neden yüzüm ve ellerim yanıyor? Yüreğim neden böyle yerinden fırlayacak gibi? İçten içe bu coşku niye? Sus Selin, sus! İçim acıyor. Hazır değilim ben bu hallere. Korkuyorum…

Selin, oysa manalı gülüşlerle bakıyor. Baktığı yerler köze kesmiş gibi yanıyor. Yanıyor gözlerim. Beni anlar mı Selin? Halit Hoca dedikçe, gözleri nasıl da parlıyor, birden değişiyor yüzü. “Bir kez görüş ne olacak canım. Onca kızın içinde sen dikkatini çekmişsin.”

Ben, dikkatini çekmişim. O benim ne zaman dikkatimi çekmişti? O kara derin gözlerini hiç belli etmeden, bana döndürdüğünü anlar gibi olurdum. Onun dersine girdiğimde neden hep arkalara kaçardım? Ve neden o hep arkalarda dolaşır, o an bana baktığını hisseder ve titrerdim.

Gözlerim, ne zaman kara kuyular gibi derin gözlerinin gölgeliklerine toy bakışlar bırakmıştı umarsız, bir türlü anlayamadım. Sonra ayetler yakmıştı yüreğimi… O zaman anlamıştım… Oysa uzun soluklu bakışlar değildi bıraktığım, gözlerinin tenhalıklarına… Fakülte koridorlarının sigara dumanı, taze simit ve çay kokan koridorlarında sana rastlamak… Sana rastlamak ve öylece donup kalmak.

Hiç uzun bakmadım gözlerine… Gözlerine uzun bakamazdım zaten ayetler yüreğimi yakarken. İnanırken ve ağlarken, secdelere kapanırken öylece bırakamazdım gözlerimi… Utandım hep adını ünlerken. Hocam olarak seslenişlerim ne zaman bir sevgilinin seslenişlerine dönüştü bir türlü anlayamadım.

Selin sustu sonra. Selin sustu da benim içimdeki seslenişler, çırpınmalar bir türlü susmak bilmedi. Kuyuya bir taş atıp gitmişti Selin. Oysa senin gözlerin derin kuyular gibi. Bakamadığım, ulaşamadığım, inemediğim derin kuyular. “Neden bu renkleri örtüyorsun hep?” diyor Selin. “Siyah tak kızım, şöyle gözlerinin yeşili çıksın ortaya. Bu yüz, bu gözler… Anlayamıyorum bazen de mavi oluyor ya gözlerin. Neyse. Siyah tak, siyah.”

“Seni öyle sevdim ölürcesine…”

Karlar yağarken, ellerin cebinde, hafiften sakalların uzamış çıkıp gelmiştin. Derslerine artık girmiyordum. Selin’nin sesi kulaklarımdan gitmiyordu. “ Senin hakkında ciddi düşünüyor.”

“Tanrı’nın yazdığı şiircesine,

İçinden geçeni bilircesine…’

Korku ve ümit arası, gitmekle kalmak arası, kaybetmekle bulmak arası, ağlamakla gülmek arası, orada bekliyordun. Akşam ezanları okunurken, her gün çıkıp gittiğim kapının tam dibinde bekliyordun. Üşümüştün belli. Yüzün kızarmış, gözlerinin koyuluğu artmış, ellerin ceplerinde öylece bekliyordun. Akşam ayazı saçlarını dağıtmış, toy delikanlılar gibiydin. Kimseler umurunda değildi. Giydiğin mont, koyu kahverengi fitilli pantolonunla neredeyse bir öğrenci acemiliği vardı üzerinde.

Neden sana doğru gittim? Beklediğini bile bile, beni beklediğini bile bile sana gittim. Oysa ne çok kaçmak istiyordum. Ama ayaklarım beni dinlemez bir hal almış, öylece sana doğru bir akışı başlatmıştı. Sana akmıştım… Seninle yaşayacağımız bir yazgımız vardı belli. O kadere doğru bir akıştı bu. Bu akışı artık durduramazdım.

Meçhul bir randevuda buluşan sevdalılar olarak, buz tutmuş yollarda, akşam alacalarının gölgeliklerine doğru yürüdük. Bu yürüyüş belli ki bizi bize taşıyacak. Bizi ortak bir kadere sürükleyecekti. Suskun ve mütebessim gülüşler çehremize gölgeler bırakırken suskunluklarda nice derin sevdaların aktığına şahit oluyorduk. Derinden derine çoşan, akan, çağlayan ırmaklar gibi içten içe suskun bir sevda çörekleniyordu içimize, ellerimize, gözlerimize…

Oturduğumuz sedir, bakır tepsideki buğu buğu çaylar, işlemeli duvarlar, beyaz badanalı yüksek kubbelerde yankılanan o şarkı… Ve Hâlit Hoca’nın artık gözleriyle söylediği o şarkı.

“ Kapat gözlerini kimse görmesin… Yalnız benim için bak yeşil yeşil’

Kitapları bir solukta okuyorum. Yetişemiyor bana Hâlit Hoca. Ne çok paylaşımlarımız var. Ama en çok kitaplar… Şiir okumaları… Aşkımız öksüz kalacak gibi sanki şiirler okunmazsa. Besliyoruz sevdamızı. En çok da sadra şifa ayetler dokunuyor yüreklerimize. Bir merhem gibi yaralarımıza sürüyoruz… Hani, “Sizi tek nefisten yaratan…” diye başlayan ayet. “Aranıza sevgi koyması Allah’ın ayetlerindendir…” Bir ayet gibi çıkıyorsun karşıma, ben de sana yaşanası bir ayet oluyorum o zaman…

“Gözlerin kimseye ümit vermesin…”

Rafta… Rafta… Fotoğraf…

Raf… Raf… O fotoğrafta…

Saçları lüle lüle omuzlarına dökülmüş. Şalıyla çıplak kalan omuzlarını örtemeye çalışıyor sanki. Senin derin kara gözlerin lüle lüle saçların kıvrımlarında erir gibi. Erir gibi öylece bakmıştın gözlerime yıllarca… Seni seçtim derken, şaşkın sormuştun “Gözlerin nasıl böyle hem mavi, hem yeşil olabiliyor?” diye. Gençkızlığımın körpe, dokunulmamış duygusallığını bırakmıştım avuçlarının sıcağına. Ben de seni seçmiştim. Benim hayırlı duam, düşüm, sancım ol diye dua makamında seni seçmiştim…

Kalabalık bir yemek masası. Fotoğrafa bakarken elimdeki yanık izini görüyorum. Ütülediğim, kırmızı, lacivert çizgili gömlek üzerinde. Gömleği ütülerken elim yanmıştı. Hâlâ yanıyor. Yanan yere buz koydum bütün gece. Yastık ıslandı. Buzlar eridi ama elimin sızısı geçmedi… Bir ara uyuyup kalmışım, adeta sızmışım yorgunluktan o zaman eriyen buz yastığın tamamını ıslatmış. Gözlerinde kıvılcımlar mı var? Eridikçe akıp, kadının çıplak omuz başlarında odaklanıp yakıyor mu? Akıyor mu gözlerin kadının lüle lüle saçlarına?

Çocuklar bir bir çıkıp geldiler. Yaralı yanık elimle onlara yemek hazırladım. Sonra Zehra Teyze, kızı Şilan uğradı. Birer kahve içtik. Benim aklım lüle lüle saçların dalgalarında, benim yüreğim raftaki fotoğrafta… Uzaklara bakıp dalar gibi dinliyorum Zehra Teyze’yi. Onlar gittiler. Çocuklar çorbayı yine beğenmediler. Köfte patates kızarttım. Yanan yağın cızırtıları ile, elimin acısı artıyor, belli etmiyorum çocuklara. Oysa çıplak omuzların ve lüle lüle saçların hepsini cehennemin dibine yolluyorum içimdeki isyanlarla. Uzun uzun salondaki televizyonu izledi çocuklar. Artık izlemeyin demiyorum. Bir boşvermişlik yaşıyorum. Akşam ezanından sonra Ferdane Abla uğradı. Sen gelmedin. Çocuklara televizyonun gürültüsünden sıyrılarak akşam namazını hatırlattım. Kılmayacaklarını bile bile… Sen gelmedin. Ferdane Abla’ya da orta şekerli bir kahve yaptım. Sonra o da gitti. Sen hâlâ gelmedin.

Öğrenci Kültür Merkezi’ndeki sunumların olurdu hani. Kızların en güzeli, yeşil gözlüsü, uzun boylusu ‘Lili’ yi okurdu buğulu sesiyle… Öğrencilerini toparlayıp, Edebiyat Fakültesi’nin arkasındaki küçük mescide götürürdün. Cumaları tefsir okurdunuz. Hergele Meydanı’ndaki forumlar uzaktı sana. Sen sigara dumanlarından, boş toplantılardan kaçıp, hep o küçük mescide sığınırdın.

Ben… Yeşil ve mavi gözlü, ben. ‘Mavi Gözlü Dev’ şiirini okuduğu halde, örtülere bürünen ben. Yıkıp geçtim her şeyi. Her şeyi yıkıp geçtim. Sen beni seçmiştin ya, ben de seni seçtim. “Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza,” derken o bıçkın, o yanık tenli şarklının şiirlerini terennüm ederdin ya… Şimdi ne o şiirler var, ne de şarklının o kırgın bakışları…

Uzun yürüyüşlerimiz olurdu, nişanlılığımızın ilk günlerinde. Öğrenciydik. Paramız pulumuz yoktu. Ama yüreklerimiz sevginin bereketli zenginliğini kuşanmış, yuvasız kuşların özgür çırpınışlarına eş kayıtsızlıkla öylece dolaşırdık İstanbul’un tenha sokaklarında. Yollar hiç bitmesin isterdim. Sen hep öyle yanımda ol isterdim. Ama yollar biter, ayrılırdık. Yıllar sonra bir gün “Artık yürümüyoruz beraber, beni bir yerlere neden götürmüyorsun?” diye sormuştum. “O zaman evimiz yoktu. Şimdi evimizdeyiz, beraberiz zaten.” diye cevaplamıştın sorumu.

Soğuk ve yalnız yataklara giriyorum geceler boyu. Sevgi neydi diye soruyordu ya bir filmde Türkan Şoray… Sahi sevgi neydi? Onca yılın ardından, hayır dileyerek istediğim, yazgım olan sevgili, sevgi neydi? Geceler çok uzun… Sen geliyorsun. Benim terk ettiğim yatakların sıcaklığı seni sarıyor gün ağarırken.

Secdeler o zaman yanan yüreğimin yangınlarına merhem gibi…

Uzun seyahatler… Gazete toplantıları… TV çekimleri… Artık bitmeyen programların var. Bitmeyen programlara yetişmek için koşturuyorsun. Çalışman gerek. Akademik çalışmaların sabah ezanlarına kadar sürüyor. Rütbelerin arttıkça, ezanları da duymaz oldun. Bu koşturmaca içinde zamanla saçların ağardı, göbeklendin, bakışların derin kuyular gibi değil artık. Ve ben artık o kuyulara inmek istemiyorum. Neden sonra anlıyorum, o kuyulardan çıkalı yıllar olmuş…
"Söz uçar yazı kalır"

Kullanıcı avatarı
yilmaz.sahin
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi
Mesajlar: 2053
Kayıt: Cmt Tem 15, 2006 2:08 am
Konum: İstanbul
İletişim:

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen yilmaz.sahin » Pzr Nis 28, 2013 10:10 pm

11 Mayıs 2013 Cumartesi Günü Saat 12:00'te Samsun Çarşamba'da Ali Fuad Başgil Kültür Etkinlikleri çerçevesinde Çarşamba Kitap Fuarında Yazarımız Selvigül Kandoğmuş Şahin'in imza töreni var. Karadeniz Sahil'deki ve gidebilecek tüm hemşehrilerimize duyurulur.
Dosya ekleri
carsamba.jpg
carsamba.jpg (85.98 KiB) 12668 kere görüntülendi
"Söz uçar yazı kalır"

Kullanıcı avatarı
yilmaz.sahin
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi
Mesajlar: 2053
Kayıt: Cmt Tem 15, 2006 2:08 am
Konum: İstanbul
İletişim:

Re: SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN - RÖPORTAJ, SÖYLEŞİ ve LİNKLER

Mesaj gönderen yilmaz.sahin » Pzr May 05, 2013 12:00 pm

SELVİGÜL KANDOĞMUŞ TYB İSTANBUL'DA

TYB İstanbul Şubesi çalışmalarına hız kesmeden devam ediyor.

Edebiyat dünyasının seçkin kalemlerinden Selvigül Kandoğmuş Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi'nde okuyucuları ve yazar dostlarıyla
buluşacak. Yazarın Okur Kitaplığı'ndan yeni çıkan kitabı ' Savrulan' için imza ve söyleşi programı düzenlenecek. TYB İstanbul Şubesi Kızlarağası Medresesi'nde 5 Mayıs Pazar günü saat 16.00'da gerçekleşecek programa TYB İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyeleri ile Kandoğmuş'un yazar dostları ve okuyucuları katılacak.
Dosya ekleri
tyb.jpg
tyb.jpg (80.19 KiB) 12643 kere görüntülendi
"Söz uçar yazı kalır"

Cevapla

“ŞİİRLERİNİZ, KİTAP, ROMAN, RÖPORTAJLAR, TİYATRO, SİNEMA ve NOSTALJİK” sayfasına dön