NEFİS TERBİYESİ ve DİĞER DİNİ BİLGİLER

"Eüzübillahimineşeytani siyaset" düsturunda islami konuları bildiğiniz kadarıyla buradan paylaşabilirizsiniz.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

NEFİS TERBİYESİ ve DİĞER DİNİ BİLGİLER

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Çrş Eki 07, 2009 11:43 pm

Her gün bu kabir anlaşılır bir lisanla şöyle çağırır: 'Ey Âdemoğlu! Nasıl beni unuttun, benim yalnızlık ve gurbet diyarı olduğumu bilmiyor muydun?


İmam Ahmed, Hakim-i Tirmizi, Beyhaki, Huzeyfe akil'den rivayetlerine göre şöyle demiştir:
"Bir cenazede Resûlullah ile beraberdik, kabre vardığımızda Resûlullah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) kabrin kenarında oturdu, sık sık kabrin içine bakmaya başladı ve sonra şöyle buyurdu:
Burada mümin öyle sıkıştırılır ki damarları ve kasları şiddetten kopar. Kâfir ise üstü ateşle dolar.

İmam Ahmed, İbn-i Cerir, Beyhaki (Radıyallahû anhâ)'dan rivâyet ettiklerine göre Resûlullah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
Kabrin öyle bir sıkıştırılması vardır ki, eğer kimse ondan
kurtulabilseydi Sa'd İbn-i Muâz da kurtulurdu.

İmam Ahmet, Hakim-i Tirmizi, Taberani, Beyhaki, Câbir bin Abdullah’dan rivayet ettiklerine göre:
Sa'd bin Muâz defnedildiği zaman peygamber teşbih getirdi. Millet de uzun uzun teşbih getirdiler. Sonra tekbir getirdi millet de tekbir getirdi, “ya Resûlallah neden teşbih getirdin” dediler. Buyurdu ki:
Bu salih adama kabir çokça sıkıştı. Sonra sıkıntısını giderdi.

Said bin Mansur, Hakim-i Tirmizi, Taberani, Beyhaki, ibn-i Abbas (Radıyallahû anhüma)'dan rivayet ettiklerine göre;
Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) Sa'd bin Muâz’ı defnettiği zaman kabrinin başında durdu. “Eğer kabrin sıkıştırmasından bir kimse kurtulsaydı Sa'd kurtulurdu. O bir sefer sıkıştırıldı sonra gevşetildi” diye buyurdu.

Nesai ve Beyhaki Abdullah bin Ömer (Radıyallahû anhüma) tarikiyle Resûlullah (Sâllallâhû Aleyhi v& Sellem) 'den rivayet ettiklerine göre:
Sa'd bin Muâz (Radıyallahû anh)'in ölümü için arş sevincinden titredi, semânın kapıları ona açıldı. Ve yetmiş bin melek cenazesine hazır bulundu. Bunun beraber o da kabir sıkıntısını çekti. Sonra genişlenerek ona ferah verildi.

Hâkim-i Tirmizi, İbni Ömer (Radıyallahû anhüma)'dan rivayet ettiğine göre şöyle demiştir:
Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) Sad bin Muâz'ın kabrine girdi ve içinde biraz durdu. Çıkınca:
“Yâ Resûlullah niye kabirden geç çıktın?” dediler.
Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) cevaben:
“Kabir O’na da daraldı. Genişlemesi için 'a dua ettim” diye buyurdu.

Hakim-i Tirmizi ve Beyhaki, İbn-i İshak yoluyla Ümeyye bin Abdullah'dan rivayet ettiklerine göre;
Sa'd'ın bâzı akrabalarından, Resûlullah'ın “Sa'd için kabir daraldı” sözünden ne anladınız diye sorulmuş.
Onlar cevaben:
Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)'e ne kastettiği soruldu, küçük taharetten kusurlu davrandığından dolayı kabir ona sıkıştı diye buyurdu, demişler.

Taberani, Enes (Radıyallahû anh)'den şöyle rivayet etmiştir:
Resûlullah'ın kızı Zeynep vefat edince Resûlullah'a vardık. Mahzun olduğunu gördük. Kabrin yanında oturdu ve göğe bakmaya başladı. Sonra kabrin içine indi. Mahzunluğu devam ediyordu. Kabirden çıkınca sevinçli olduğunu gördük. Hemen sebebini sorduk. Cevaben, “Kabrin darlığını ve Zeyneb'in zayıf olduğunu düşünüyordum. Hafiflenmesi için dua ettim. Kabul oldu. ?????? yine de ins ve cinnin haricinde her şeyin duyacağı bir bağırmaya sebeb olan kabir daralmasından kurtulamadı” buyurdu.

Yine sahih bir senedle Ebû Eyyub'dan rivayet edildiğine şöyle demiştir:
Küçük bir çocuk defin edildi. Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem):
“Eğer kabir daralmasından kimse kurtulsaydı bu çocuk kurtulacaktı dedi.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

ZEKAT İÇİN ÇALIŞANLAR

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Çrş Eki 07, 2009 11:45 pm

CENNETİN en üst mertebesi olan Firdevs Cennetiyle müjdelenen müminlerin özelliklerinden biri, bu âyette, özel bir vurgu ile anlatılıyor:

Zekât vermek, yahut zekât için çalışmak.

Bu âyetin, henüz bildiğimiz anlamdaki zekât farz kılınmadan önce, Mekke döneminde inmiş olması da Kur’ân’ın bu konuya verdiği önemi yansıtıyor.

Genel anlamıyla “zekât” sözcüğü, arınma ifade eder. İnkârdan, ’a ortak koşmaktan, kötülükten, cimrilikten, her türlü bâtıl şeylerden ve kötü huylardan arınma, bu sözcüğün kapsamı içindedir. Bu açıdan bakıldığında, mü’minler, “sürekli şekilde kötülüklerden arınmaya çalışan, bir gönül temizliği içinde bulunmaya özen gösteren kimseler” olarak tanımlanmış olur.

Zekâtın özel anlamı ise, tarafından lütfedilen nimetlerden bir kısmını başka insanlara bağışlamak demektir ki, bu da bir arınmadır. Kul, böylece, Rabbinin bağışladığı nimetlerin içinden, üzerinde bir emanet olarak bulunan kısmını ’ın gösterdiği yerlere ulaştırmak suretiyle, o nimetlerden tertemiz ve helâl bir şekilde yararlanmaya hak kazanmış olur.

“Malın kırkta birini vermek” şeklindeki genel bir tanım altında bilinen, zekâtın farz olan kısmıdır ki, bu Medine döneminde hükme bağlanmış ve nasıl yerine getirileceği Peygamber Efendimiz tarafından gösterilmiş bir yükümlülüktür. Ancak bu asgarî bir yükümlülüktür; mü’minler bu çizginin altına düşmemek zorundadırlar. Çizginin yukarısı ise alabildiğine serbest bırakılmış, teşvik edilmiş bir hayır, bir arınma ve gelişme alanıdır.

İşte, bu âyet, daha Mekke döneminde iken, mü’minlere, temel hayat ilkelerinden biri olarak zekâtı öğretiyor; hattâ, onu bir hayat amacı olarak gösteriyor:

“Onlar zekât için çalışırlar.”

Daha sonra Medine döneminde inecek olan Bakara Sûresinin başındaki mü’min tanımında geçen “Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunurlar”1 ifadesiyle bir arada incelediğimiz zaman, bu özelliğin şu şekilde açıklanmış bulunduğunu görürüz:

“Onlar, Rablerinin kendilerine bağışladığı her türlü rızıktan bağışta bulunmak için çalışırlar.”

Artık bu rızık mal veya para olabileceği gibi, sağlık, gençlik, ilim gibi maddî veya manevî herhangi bir nimet olabilir. Firdevs Cennetine aday olan bir mü’minin âdeti, bütün bunlardan bağışta bulunmak şeklindedir.

Âyet, özel vurgusuyla, bize iki şeyi hedef olarak gösteriyor.

Birincisi: Zekât için çalışın. Zekât alan değil, veren el olun. Kimseye muhtaç olmayacak, muhtaç olanları da gözetecek bir duruma gelmek için çaba harcayın.

İkincisi: Bu dünyadaki çalışmanızın amacı yığmak, biriktirmek, istiflemek, nefsiniz için toplayıp tüketmek olmasın. Siz almak için değil, vermek için çalışın. size nasıl lütufta bulunduysa, siz de insanlara öylece iyilik yapın.

İşte bu pek yüce bir idealdir, bir büyük hayat amacıdır. İslâmın insanı nasıl arındırdığını ve nasıl yücelttiğini görmek için bu kısacık âyete bakmak yeter. Daha Mekke döneminin şartlarında, kendileri yardımın her türlüsüne şiddetle muhtaç durumda olan ve dünyaya karşı var olma mücadelesi veren insanlara “Vermek için çalışın” diye hedef gösterilmiş olduğunu dikkate almak, bu dinin özünü ve ruhunu kavramak açısından son derece önemlidir.

Bir de bugünlere gelelim:

Vermeyi değil, almayı bir amaç olarak benimsemiş olan bugünün uygarlığında insanlığın ne hale geldiği ortadadır. Zenginleri yoksulların hizmetine koşturan İslâm terbiyesine karşılık, bugünün maddeci dünyasında yoksulların zenginleri besleyip durduğunu görmüyor muyuz? Bunun sonucunda zengin daha zenginleşirken yoksul iyice yoksullaşmakta, tarihin en ileri refah imkânları ile en büyük sefaletleri bir arada yaşanmaktadır. Böyle bir dünyada, bu âyetin gösterdiği ideale insanlığın ihtiyacı her zamankinden daha büyüktür.

Gerçi bu uygarlığın terbiyesi altında formatlanmış ruhlara böyle bir ideali anlatmak pek güçtür.

Almaktan ve yutmaktan başka bir hayat ilkesi tanımayanlar, vermek için çalışmayı bir “enayilik” olarak görebilirler.

Fakat almak için çalışanlar, doymadan ayrılırlar bu dünyadan. Ayrılırken de, aldıklarını arkada bırakıp giderler.

Vermek için çalışanlar ise buradan Firdevs Cennetlerine uçarlar:

Verdiklerini orada daha güzel bir şekilde bulmak için—üstelik, bu dünyada da doyuma ulaşmış, huzuru tatmış, hayatın asıl hazzını yakalamış olarak.

Çünkü onlar, insan olmanın da, yaşamanın da ne anlama geldiğini, Rablerinin lütfuyla çözebilmiş olan kimselerdir.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

Dünya altı şeyden ibarettir

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Çrş Eki 07, 2009 11:46 pm

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Dünya altı şeyden ibarettir.

1. Yenilen

2. İçilen

3. Giyilen

4. Binilen

5. Nikâh edilen

6. Koklanan

Yenilenlerin en şereflisi bal'dır. Fakat o ise nihayet arının kusmuğudur. İçeceğin en şereflisi su 'dur. Su'dan iyi ve kötü, eşit bir şekilde istifade ederler; yani nezdinde üstün bir değeri olsaydı, kötü olan ondan istifade edemezdi. Giyilenlerin en şereflisi ipektir. O ise bir kurd'un mamulüdür. Bineklerin en şereflisi attır. Oysa onun sırtında insanlar öldürülür. Nikâh edilenlerin en şereflisi kadındır. O ise sidiğin içinde sidik kabıdır. Kadın en güzel âzası süsler, fakat en çirkin âzası istenir. Koklananlarm en şereflisi misktir. O ise kandan ibarettir*.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

ŞEYTANI ŞEYTAN YAPAN NE

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Çrş Eki 07, 2009 11:49 pm

Sen dünyada, hasedinden dolayı elem duyar veya durmadan üzüntü içerisinde kendi kendine sıkıntı yüklemiş olursun; zira Teâlâ onlara vermiş olduğu nimetten onları uzaklaştırmaz. Sen ise onlara verilen nimeti gördükçe durmadan sıkıntı çeker, onlardan uzaklaşan her belâdan dolayı elem duyar, mahrum, üzüntülü, kalbin dağınık, göğsün dar bir vaziyette yaşarsın. Düşmanlarının senin için istedikleri belâ dolayısıyla senin başına gelmiş olur. Oysa sen düşmanlarına böyle bir belâ istiyordun. Sen düşmanına meşakkat jstiyordun, oysa buna karşılık olarak sana meşakkat ve üzüntü verilmiştir. Bununla beraber senin hasedinden ötürü, hased edilen kimsenin nimeti yok olmaz. Eğer sen ölümden sonra dirilmeye ve hesap vermeye inanmıyorsan, hiç olmazsa akıllılığın gereği olarak -eğer aklın varsa- hasedden sakınmalısın. Çünkü hasedde kalbin elemi ve hoşnutsuzluğu vardır ve bununla beraber hiçbir fayda da yoktur. Nasıl olur? Oysa sen hased hususunda ahirette başına gelecek şiddetli azabı bilen bir kimsesin! Akıllı bir kimse elde edeceği hiçbir fayda olmadığı halde, üstelik yüklendiği bir zararla beraber, çektiği meşakkate

rağmen, nasıl kendisini 'ın gazabına maruz bırakır da dinini ve dünyasını faydasız bir şekilde yok eder.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

BEN HASETÇİMİYİM

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Çrş Eki 07, 2009 11:50 pm

Âlimler ilimleriyle mal ve dünya rütbesi istedikleri zaman, biri diğerine hased eder. Çünkü mal, görünen cisimlerdir. Birisinin eline girdi mi başkasının eli ondan boş kalır. Makam ve mertebenin amacı, kalpleri elde etmektir. Ne zaman bir şahsın kalbi bir âlimin yüceltilmesiyle dolarsa, o kalp âhireti yüceltmekten yüz çevirir veyahut bu hususta eksilir. İşte böylece bu durum hasedleşmeye ve toslaşmaya sebep olur. Bir kalp 'ın marifetinin sevgisiyle dolduğu zaman bu sevgi başkasının da kalbinin dolmasına mâni değildir ve başkasının sevinmesine engel de teşkil etmez.

İlim ile mal arasındaki fark şudur: Mal, Zeyd'in elinden çıkmadıkça, Amr'm eline giremez. İlim ise âlimin kalbinde istikrar bulmuştur. Başkasının kalbine de o âlimin öğretmesiyle yerleşir. O âlimin kalbinden göç etmeksizin başkasına da nasib olur. Mal, cisimler ve aynlardır. Bunların ise sonu vardır. Bu bakımdan eğer insan yeryüzündeki bütün serveti elde ederse, başkasının elde edeceği bir servet kalmaz. İlmin ise sonu yoktur ve tamamının bir insan tarafından elde edilmesi de düşünülemez. Bu bakımdan 'ın celâl ve büyüklüğü hakkında, yerin ve göklerin büyüklüğü hakkında düşünmeyi kendi nefsine âdet edinen bir kimsenin katında bu düşünce her nimetten daha tatlı gelir ve bu kimse bundan menedilemez ve bu hususta bununla çekişen hiç kimse de bulunmaz. Bu bakımdan bu kimsenin kalbinde hiç kimseye hasedi olmaz. Çünkü bu kimseden başkası da onun marifeti gibi marifet sahibi olursa, lezzetinden zerre dahi eksiltmez. Aksine o ikinci kimsenin ünsiyetinden dolayı lezzeti gittikçe artar. Bu bakımdan bu kimselerin lezzeti daima melekût âleminin acaibliklerini mütalâa etmekten gelir ve cennetin ağaçlarına ve bahçelerine zahir gözüyle bakan bir kimsenin lezzetinden daha büyük olur. Çünkü arif bir kimsenin nimeti ve cenneti, onun zâtının sıfatı olan marifetidir. O marifetin gitmeyeceğinden emindir. Arif kişi daima o marifetin meyvelerini koparıp yemektedir.

Bu bakımdan arif kişi ruhuyla, kalbiyle, ilminin meyveleriyle gıdalanmaktadır ve bu meyve herhangibir elle kesilip ambalajlanmış, başkasının bedavadan yemesinden menedilmiş bir meyve değildir. Aksine bu meyveler, isteyenlere yaklaşmış meyvelerdir. Arif kişi eğer zahirî gözünü kapatırsa, onun ruhu daima yüce cennetlerde pırıl pırıl parlayan bağ ve bahçelerde yayılır. Eğer ariflerin çok olduğu farzedilirse, bunların biri diğerine hased ediciler olmazlar. Aksine Teâlâ'nın haklarında şöyle buyurduğu kimseler gibi olurlar:

Biz o cennettekilerin kalplerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

Bir Müslümanı Tekfir Etmenin Hükmü

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Çrş Eki 07, 2009 11:52 pm

İmam el-Benna (rh. a.) şehadet getiren yani "'tan başka hiçbir ilah olmadığı ve Muhammed (s.a.s.)'in 'ın Resulü olduğu" gerçeğini kabul eden Müslümanı tekfir etme meselesinde gayet dikkat etmiştir. Zira, bir Müslümanın küfrüne hükmetmek çok tehlikeli bir iştir. Öyle ki bir kimseyi haksız bir şekilde küfürle itham eden -Allah korusun- kendisi küfre düşebilir.

'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)'in O'nun Resulü olduğuna şehadet edip onun gereğini yerine getiren yani 'ın varlığını kabul edip O'na ibadet eden, O'nun kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, kıyamet gününe ve kaza ve kadere inanan, farzları ifa eden bir Müslümanın küfrüne hükmetmeyi sınırlandırmamız gerekir. Müslümanların benimsedikleri görüşe muhalif bir tutarsız görüş benimsese veya (c.c.)'ın nehy ettiği günahlardan bazılarını işlese bile bir kimseyi tekfir etmek caiz olmadığı gibi yukarıdaki vasıfları taşıyan bir Müslümanı tekfir etmek hiçbir Müslümana caiz değildir. Çünkü söz konusu tutarsız görüşü benimsemesiyle ve yasak işi işlemesiyle birlikte o yine mümin ve Müslüman olarak kalmaktadır.

Ancak bunun anlamı, kelime-i şehadet getirdiği ve farzları eda ettiği sürece hiçbir surette bir Müslümanın küfrüne hükmedilemeyeceği anlamına gelmez. Müslümanlardan birinin aşağıdaki amellerden birini yapması durumunda onun küfrüne hükmedilmesi mümkündür:

1.Aklını kaybetmediği ve zorlanmadığı halde kendi isteğiyle "İslam dinini inkar ettiğini" söylemesi veya bu manaya gelen bir sözü sarf etmesi gibi küfrü gerektiren bir söz söylemesi. Müslüman alimlerin çoğunluğuna göre küfür manasını ifade eden şeyler şunlardır:

a. (c.c.)'ın varlığını inkar etmek veya büyüklüğüne layık olmayan vasıflarla O'nu vasıflandırmak ya da kendi zatını adlandırdığı isimlerin dışında O'nun celaletine layık olmayan isimlerle O'nu adlandırmak.

b.Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini inkar etmek veya Rabb'inden haber verdiği şeylerde onu yalancılıkla itham etmek ya da onun Rabb'i ona vahyetmediği halde Kur'an-ı Kerim'i kendisinin uydurduğunu iddia etmek.

c.Tahkirin herhangi bir şekliyle Resulullah (s.a.s.)'i tahkir etmek veya Allahu Teala'nın katından getirdiği dine hakaret etmek.

2.Dinden zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkar etmek.

Dinden zorunlu olarak bilinen şeyler pek çoktur. Bundan dolayı alimlerimiz bu konuda bazı genel kurallar koymuşlardır:

a. (c.c.)'ın kullarına farz kıldığı şeylerden bir farzı inkar etmek.

b.Kur'an-ı Kerim'in tümünü veya bir kısmını inkar etmek.

c.Sahih olan sünneti nebeviyyeyi inkar etmek.

d.Allahu Teala'nın kullarına haram kıldığı şeylerin haramlığını inkar etmek. (Zina, içki, faiz yemek, haksız yere bir Müslümanı öldürmek ve bunların dışında 'ın haram kıldığı şeylerden bilinen kötülüklerin haramlığını inkar etmek).

3.Kur'an'ın tümünü inkar etmenin ötesinde Kur'an-ı Kerim'in tevile mahal bırakmayacak şekilde açıkça kabul ettiği bir şeyi geçersiz saymak suretiyle Kur'an'ın açık bir hükmünü inkar etmek. Örneğin şunları inkar etmek:

*'ın iyilik sahiplerini sevdiğini,

*'ın israf edenleri sevmediğini,

*O'nun mü'minlere zafer vaad ettiğini

*O'nun kıyamet gününde kafirlere azap edeceğini.

4. Kur'an-ı Kerim'in tümünü veya bir kısmını Arap dilinin kurallarına göre hiçbir şekilde çıkarılması mümkün olmayan bir anlam üzere tefsir etmesi. Çünkü Kur'an-ı Kerim Arap diliyle inmiştir. Arap dilinin de kendine göre kuralları, unsurları, açıklama tarzları ve metotları bulunmaktadır.

Buna muhalefet edip Kur'an-ı Kerim'in tümünü veya bir kısmını Arap dilinin üslup ve kurallarında ihtimali bulunmayan bir tefsirle tefsir etmeye kalkışan bir kimse küfürle itham edilmesini haklı kılacak bir iş yapmış olur.

5.Küfürden başka bir şeye tevil edilmesi mümkün olmayan bir iş yapması. Buna da çeşitli örnekler vermişlerdir. Bunlardan bazıları:

a.Savaş hilesi olmadan haç taşımak.

b.Aklını kaybetmediği veya zorlanmadığı halde puta secde etmek.

Kullanıcı avatarı
zeynep
Bölüm Yetkilisi
Bölüm Yetkilisi
Mesajlar: 2659
Kayıt: Pzt Ağu 07, 2006 12:25 am
Konum: İstanbul

Re: ZEKAT İÇİN ÇALIŞANLAR

Mesaj gönderen zeynep » Prş Eki 08, 2009 12:22 am

Hamza paylaşımın için teşekkürler.....


“Onlar, Rablerinin kendilerine bağışladığı her türlü rızıktan bağışta bulunmak için çalışırlar.”

Artık bu rızık mal veya para olabileceği gibi, sağlık, gençlik, ilim gibi maddî veya manevî herhangi bir nimet olabilir. Firdevs Cennetine aday olan bir mü’minin âdeti, bütün bunlardan bağışta bulunmak şeklindedir.

Âyet, özel vurgusuyla, bize iki şeyi hedef olarak gösteriyor.

Birincisi: Zekât için çalışın. Zekât alan değil, veren el olun. Kimseye muhtaç olmayacak, muhtaç olanları da gözetecek bir duruma gelmek için çaba harcayın.

İkincisi: Bu dünyadaki çalışmanızın amacı yığmak, biriktirmek, istiflemek, nefsiniz için toplayıp tüketmek olmasın. Siz almak için değil, vermek için çalışın. size nasıl lütufta bulunduysa, siz de insanlara öylece iyilik yapın.

Yüce Rabbim (desinlere)gitmekten muhafaza eylesin.
Yarabbi! Hakkımda hayırlı olanı, gönlüme razı eyle. Gönlümde olanıda hakkımda hayırlı eyle.

Kullanıcı avatarı
zeynep
Bölüm Yetkilisi
Bölüm Yetkilisi
Mesajlar: 2659
Kayıt: Pzt Ağu 07, 2006 12:25 am
Konum: İstanbul

Re: Dünya altı şeyden ibarettir

Mesaj gönderen zeynep » Prş Eki 08, 2009 12:24 am

Çok beğendim. sağ ol Hamza..
Yarabbi! Hakkımda hayırlı olanı, gönlüme razı eyle. Gönlümde olanıda hakkımda hayırlı eyle.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

Re: ZEKAT İÇİN ÇALIŞANLAR

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Prş Eki 08, 2009 12:27 am

Amin Cümlemizi

Kullanıcı avatarı
zeynep
Bölüm Yetkilisi
Bölüm Yetkilisi
Mesajlar: 2659
Kayıt: Pzt Ağu 07, 2006 12:25 am
Konum: İstanbul

Re: Kabir herkese Daralır...

Mesaj gönderen zeynep » Prş Eki 08, 2009 12:32 am

Hakim-i Tirmizi ve Beyhaki, İbn-i İshak yoluyla Ümeyye bin Abdullah'dan rivayet ettiklerine göre;
Sa'd'ın bâzı akrabalarından, Resûlullah'ın “Sa'd için kabir daraldı” sözünden ne anladınız diye sorulmuş.
Onlar cevaben:
Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)'e ne kastettiği soruldu, küçük taharetten kusurlu davrandığından dolayı kabir ona sıkıştı diye buyurdu, demişler.
Önemli bir husus çok dikkat edilmesi gerekiyor.


Hamza, Allah razı olsun
Yarabbi! Hakkımda hayırlı olanı, gönlüme razı eyle. Gönlümde olanıda hakkımda hayırlı eyle.

Kullanıcı avatarı
Ugur Ozdemir
Bölüm Yetkilisi
Bölüm Yetkilisi
Mesajlar: 993
Kayıt: Pzt Ağu 14, 2006 9:36 pm
Konum: Yurt Dışı

Re: ZEKAT İÇİN ÇALIŞANLAR

Mesaj gönderen Ugur Ozdemir » Prş Eki 08, 2009 1:58 pm

“Onlar, Rablerinin kendilerine bağışladığı her türlü rızıktan bağışta bulunmak için çalışırlar.”
Servet fanidir ancak Zekat ve tasattuk edildikce sahibinin gercek serveti olacaktir.

Mevlam cümlemize icinde bulundugu nimetlerin sükrünü eda edebilmeyi, kendisine hakkiyla kul olabilmeyi nasip eylesin.

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Re: Bir Müslümanı Tekfir Etmenin Hükmü

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Prş Eki 08, 2009 9:04 pm

Hamzacığım,

Allah bizlere hidayet versin.Aslında hepimiz her şeyin farkındayızda ah şu zincirlerimizi bir kırabilsek.Malesef nefsimizle mücadele edemiyoruz....

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

NEFİS TERBİYESİ

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Cmt Eki 10, 2009 2:18 pm

Soru:

--Nefsi terbiye etmenin ilk yolu nedir?


--Tasavvufa girmektir. Girmişse, vazifeleri yapmaktır.


Soru:

--Nefsi alt etme, terbiye etme yönünde bize bir şeyler söyleyebilir misiniz?


--Nefsiye terbiye etmenin, alt etmenin iki yolu vardır:

1. Birinci yolu, nefsin gücünü, kuvvetini azaltmaktır. Oruç tutarsın azalır, az uyursun kuvveti azalır... Çok konuşmazsın, hatalara düşmezsin... İnsanların arasına çok katılmazsın, tenhada durursun, kendi başına durursun, rahat olursun... Bunlara işte kıllet-i taâm, kıllet-i kelâm, kıllet-i menâm, uzlet-i enâm, zikr-i müdâm demişler. Zikre müdâvim olursun. Böyle tedbirlerle, terbiye ile nefsin arzuları kırılır.

Yâni, arzuları zayıflıyor zaten... Coşkunluğu kalmıyor arzularının... Oruç tuttuğu zaman, az uyuduğu zaman vs. Böyle bir yol vardır.


2. Bir de zikre kuvvet gidilip, insanın aşkının, şevkinin, muhabbetinin, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin yoluna sevgisinin coşması sûretiyle, günahlara nazar etmeyecek hale gelmesi vardır. Aşk ve muhabbet yolu ile terbiye, zikre devam ederek; o da olabilir.

Tabii, hepsinin çeşit çeşit incelikleri vardır. Tarikatte halvet vardır. Şeyh efendinin çeşitli tâlimatı vardır.


Soru:

--Ben derviş oldum ama, nefsime hakim olamıyorum; ne tavsiye edersiniz?


--Tabii nefis çok azgındır. Nefsi yenmek, gerçekten zordur. İnsan bunun zorluğunu yenmeğe kalkıştığı zaman anlıyor. Peşinde gittiği zaman anlamıyor da, karşısına çıktığı zaman nefsi yenmenin ne kadar zor olduğu anlaşılıyor. Allah hepimize yardımcı olsun...

Zor bir iştir. Abdestli olarak, zikir yaparak, tarikattaki vazifeleri yerine getirerek insan kuvvet bulur, Allah'ın yardımına mazhar olur. Onları muntazaman yapması lâzım!..


Soru:

--Nefsi uysallaştırmanın yolu nedir?


--Az yemektir, az konuşmaktır, az uyumaktır, çok zikretmektir.


Soru:

--Kitaplarda az yemek tavsiye ediliyor. Fakat, buna riayet ettiğimde, ailemin, çevremin tepkisini çekiyorum. Çok zayıf olduğumu söylüyorlar. Acaba ne yapmalıyım?


--Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki: "Kuvvetli müslüman, zayıf müslümandan daha hayırlıdır. Hepsi hayırlıdır ama, o daha hayırlıdır." O halde vücudun zaafa düşmemesi önemli... Zayıfsan gerçekten, verem olacağına, ağzın kokacağına, Allah rızası için yemek ye!.. Yâni kuvvetli olayım da, iyi müslüman olayım diye...

Yemeğin azaltılması şu sebeptendir: Yemeği çok yediği zaman, insanın nefsi kuvvetlenir. İnsanı haramlara, günahlara sevkeder. Oruçlu olduğu zaman, az yediği zaman nefsi kuvvetlenmez. O bakımdandır. Bunun ölçüsü, vücudun zayıf düşmemesidir.


Soru:

--Samîmî müslüman olmak için ne yapmak lâzım?


--Derviş olmak lâzım. Samîmî müslümanlık yolu o, takvâ yolu o...


Soru:

--Şehvet kesilmeden dervişlikte ilerlenilir mi?


--Şehvet kesilmez, kesilmesi de gerekmez. Çünkü, normal ölçüler içinde Allah öyle yaratmıştır, normaldir. Onun esiri olmak doğru değildir. İnsan evlenecek, evlât yetiştirecek... Hayırlı evlâtlar insanın dünya va ahiretinin sevabının artmasına vesile olur. Ümmet-i Muhammed'in adedi artar... vs. Bunlar normal şeyler...

İslâm'da fıtrata aykırı bir durum yoktur. İslâm, fıtratı doğru bir yola sevkeder. Yaratılışında insanın bu duygular varsa, bunun meşrû yolu da nikâhtır, evliliktir; bu normaldir. Evlendiği zaman, insanın dini bütünleşiyor. Demek ki, doğrudan doğruya bu duygular insanın mânevî ilerlemesine zarar vermiyor. Aklını başından alır da çok meşgul ederse, tabii ilerletmez o zaman... Onun için de oruç tutmak lâzım, gözünü haramdan sakınmak lâzım ve zikre devam etmek lâzım!..


Soru:

--Çok uyuyorum, ne tavsiye edersiniz?


--İnsanın çok uyuması, yaşıyla ilgili olabilir. Meselâ, çocuklar çok uyurlar, yaşlılar uyumak istedikleri halde uyuyamazlar. Yaşla igili bir meseledir. Sonra delikanlılık çağında büluğ meseleleriyle ilgilidir.

Bazen yemekle ilgilidir. Çok yemek yediği zaman insan, hemen gözleri mahmurlaşır, yatacak yer aramağa başlar.

Bazen de uykusuz kaldığı zaman olur. O da normaldir. Olduğu yerde böyle başı yere düşer. Uykuyu normal miktarda uyumak lâzım!..

Bunun normal şekli ikidir: Bir yatsıdan sonra yatmalı, teheccüd zamanına kadar uyumalı!.. Mümkünse bir de öğleden evvel Efendimiz uyurdu; o uykuyu uyumalı!.. Bu ikisini yaptı mı insan, çakı gibi sıhhatli olur.

Çok uykuya düşmemek için ikinci şey, çok yemek yememeli!.. Vücuduna lâzım olacak kadar yemeli... Fazla yediği zaman, fazla uyur.

--Maşaallah bu arkadaşımız pehlivandır, bir oturduğu zaman bir kuzuyu yiyor.

Tamam, bir kuzuyu yerse, üç gün uyur o... Ona da dikkat etmek lâzım!

Büluğla ilgilidir dedim; yâni, bazı cinsel meselelerden dolayı da insan uyku durumuna düşebilir. Her şeyde itidale dikkat etmek lâzım geliyor.


Soru:

--Teheccüd namazına kalkamıyorum, ne yapayım?


--Teheccüd namazına kalkmak için, akşam abdestli yatmak lâzım... Yâni abdest alacak, ondan sonra iki rekât , dört rekât namaz kılacak, abdestli yatacak. Akşam yemeğini de az yemek lâzım...

Dün Tabakatüs Sûfiyye'de okuduk. Evliyâullah, İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri'ne nasihat ediyorlar: "Karnın tokken gece ibadetini yapmayı hiç umma; mümkün olmaz!" diyorlar. Akşam hafif yiyecek ki, gece uykusu hafif olsun, teheccüde kalkabilsin.

Onun için, akşam yemeklerini sebze olarak, hafif olarak, erken olarak yerseniz; bir de namaz kılıp abdestli yatmağa dikkat ederseniz... Bir de duası vardır:

(Allahümme eykıznî fî ehabbis sââti ileyke vesta'milnî biehabbil a'mâli yedeyke) diye tavsiye edilen duası vardır; bunu da okuyun. Türkçesi şu ki: "Beni en mübârek zamanda uyandır yâ Rabbi! En sevdiğin ibadeti işlemeğe muvaffak eyle yâ Rabbi!" demek...


Soru:

--Sabah namazını, işrak namazını camide kılmak nefsime zor geliyor; ne yapmalıyım?


--Akşam erken yatsın!.. Hakîkaten zor geliyor. Gece saat ikide yatmışsa bir insan, sabah kurşunlanmış gibi oluyor, yataktan kalkması zor oluyor. Akşam erken yattığı zamanda karnı da acıkıyor, midesi de boşalınca, --aç tavuk rüyasında yem görürmüş-- o zaman erken kalkıyor.

Akşam yemeğini hafif yerse, akşam erken yatarsa... Sahabe-İ Kirâm akşam erken yatardı. Yatsıdan sonra çok oyalanmaz, hemen yatardı. Az yeyince, yatsıdan sonra hemen yatınca, hele hele böyle kış günlerinde çok rahat kalkarsınız. Teheccüde bile kalkarsınız evvelallah...

Bir de duası vardır:

(Allahümme eykıznî fî ehabbis saati ileyke vesta'milnî bi ehabbil a'mâli yedeyke.) "Yâ Rabbi, beni en mübarek zamanlarda kaldır, ibadet yapabileyim! En güzel ibadetleri, sevdiğin ibadetleri yapmayı nasîb eyle yâ Rabbi!.." diye böyle dua eder yatarsınız. Abdestli yatarsınız, kalkarsınız.

Uykunuzu alarak kalkınca da, işrake de kalırsınız, o hac ve umre sevaplarını da kazanırsınız, rızkınız da bol olur.


Soru:

--Caminize geldim, sabah namazını kıldım, yapılan duaları ve faaliyetleri sevdim. Merak ettim, bazı kimseler neden kalkıp gidiyor?


--Hakikaten sabah namazını camide cemaatle kıldıktan sonra camide oturup zikirle meşgul olmak, Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesidir ve sevaplıdır. Bir hac ve umre yapmış gibi insan sevap kazanır.

Şimdi bu ibadetler sevaplıdır ??????, bunları yapmıyor diye giden kardeşlerimizi kınamak doğru olmaz. Hastası vardır, işi vardır... Trene yetişecektir, otobüse yetişecektir... Mazereti vardır, ihtiyardır, idrarı sıkışmıştır, midesi bulanıyordur... Böyle bir mazereti olabilir. Ondan dolayı hüsn-ü zan edecek.

Farz olmayan ibadetler için herhangi bir kimse suçlanırsa, sûizandan dolayı kendisi günaha girer. Bazı insanlar da sevaplarını söylemek ve göstermek istemezler. Çünkü gösterilince, sevabın ecri bir miktar kaybolacağı için göstermek istemezler. Gizli ibadet yaparlar, belli etmezler. Yâni, bir köşeye çekilirler, görünmeden yaparlar.

Onun için büyüklerimiz demiş ki: "Her gördüğünü Hızır bileceksin, her geceni kadir bileceksin!" Yâni, karşındaki insana hüsnüzan besliyeceksin. Kendisi yaşlı ise, "Bu benden çok yaşadı, benden çok ibadet etti; makamı benden üstün!" diyeceksin. Yaşı senden küçükse, "Bu benden az yaşadı, günahı az işledi; bunun günahı benden daha az!" diyeceksin. Herkese güleç yüzle ve iyi nazarla bakacaksın ve gördün olayları hayra yorumlayacaksın, şerre yorumlamayacaksın; "Elbet bir sebebi vardır." diyeceksin.


Sonra, bazı insanların geniş sorumlulukları olur. Bir tane işi olmaz bin tane işi olur, bin tarakta bezi olur. Senden fazla ister orada kalıp o sevabı kazanmayı ama, o işi vardır, bu işi vardır... Kafasında binbir tane mesele, problem vardır. Elbette onları da yapması icab ediyordur.

Sonra Allah'ın sevgili bir kulunun, iyi bir insanın yazdığı kitaba baksan, konuşmasını dinlesen;

Buldum demez bulanlar,
Gördüm demez görenler,
Hakîkate erenler,
Gizli sırrı açar mı?..

diyor Üftâde Hazretleri... Bazıları da kendisini göstermemeyi tercih eder, kendini saklar, belli etmez. Melâmet meşrebli olur bazıları... "Halk beni günahkâr zannetsin, pek rağbet etmesin, itibar etmesin, izzet etmesin! Şöhret afettir. Parmakla gösterilmek --Allah korursa korur, korumadığı insanlar için-- bir felâkete sebep olabilir. Mânevî bakımdan bazı sıkıntıları vardır." diye düşünen insanlar olur.


Onun için hüsnü zan etmek lâzım, hüsnü zan edin!.. Siz ibadetleri yapın; eğer kötü halini tahmin ettiğiniz bir kardeş varsa, ona da dua edin!..

Kimse kendisini savunmaz, "Ben Allah'ın sevgili kuluyum, velî kuluyum, yüksek kuluyum!.. Şöyleyim, böyleyim..." demez. "Er yarın hak divanında belli olur!" demiş ilâhide... Yarın rûz-i mahşerde, mahkeme-i kübrâda kulun iyiliği belli olacağı için, Allah'ın hiç bir sevgili kulu, "Şöyleyim, böyleyim..." demez. Ne Ebûbekir Sıddîk demiştir, ne Ömerül Fâruk demiştir, ne ötekiler demiştir.

Ebûbekir Sıddîk diyor ki: Ç"Bütün insanların hepsi cennete girecek, bir tanesi cehenneme girecek sadece!.." deseler, "Acaba o insan ben miyim?" diye korkarım.È diyor. Ebûbekir Sıddîk RA...

Yâni kimse, "Ben velîyim, ben evliyâullahın yükseklerindenim, gavs-ı azamım, kutbül aktâbım!.." demez. Niye desin?.. Allah'ın verdiği sırrı saklar.

Onun için hüsnü zan edeceksin sen!.. Eğer aleyhinde bir şey görüyorsan, hakîkaten bir şey varsa; yanına çekersin, söylersin, nasihat edersin veya dua edersin. "Yâ Rabbi, ben bu kardeşimi çok seviyorum, sen bunu hatalardan kurtar!" filân dersin.


Birisi çocuğuyla beraber itikâfa girmiş ramazanda... Geceleyin kalkmışlar teheccüde... Çocuk bakmış, öteki itikâf arkadaşları yatıyorlar yatakta, bunlar kalkmış teheccüd namazına... Abdesti almışlar. "Baba, ne olurdu bunlar da kalksalardı. Ne güzel gelmişler böyle, camide ibadet etmeleri lâzım, horul horul uyuyorlar. Kalkıp da namaz kılsalardı, bizim gibi teheccüd kılsalardı ne iyi olurdu." deyince; "Ah evlâdım! Keşke sen de kalkmasaydın, uyusaydın da bu lafı söylemeseydin!" demiş babası... Onların yatmasını ayıpladığı için...


Soru:

--İstemeyerek her şeye karışıp, konuşuyorum; buna bir çare söyler misiniz?


--Eskiden baklayı okurmuş şeyh efendiler, müridin ağzına koyarmış. Erimediği için, dualı bakla ağzında dururmuş. Öylece diline hakim olurmuş. Siz de hakim olmağa çalışın!.. Zikirle meşgul edin dilinizi, başka şeye vakit kalmasın. Mümkün olduğu kadar az konuşun. Sorun kendinize: "Bu sözü söylemem lâzım mı?" diye... Pek gerekmiyorsa konuşmayın!..


Soru:

--Kalbimize kötü düşüncelerin gelmemesi için ne yapmamız lâzım?


--Tabii, bu kötü düşünceler ya nefisten gelir, ya şeytandan gelir. Nefsin vesvesesi veya şeytanın vesvesesi olarak gelir. Abdestli olursanız, zikrullahla meşgul olursanız, zikr-i kalbîye müdâvim olursanız onlar gelmez.


Soru:

--Kibir nasıl yenilir, nasıl kırılır?


--Tasavvufî terbiye ile kırılır. Biliyorsunuz; koca kavuklu, cübbeli, sarıklı, itibarlı, izzetli Aziz Mahmud-u Hüdâî, Bursa kadısı olarak Üftâde Hazretlerine gittiği zaman, ona sokaklarda ciğer sattırmış ilkönce... Tasavvufun böyle nefsi terbiye metodları vardır. Onlarla, tasavvuf ilmiyle terbiye olunur. Az yemekle, az konuşmakla, az uyumakla, çok zikretmekle terbiye olur. Ama, bir hocanın nezaretinde olursa, daha iyi olur.

Kendisinin kusurlarını araştırıp, sorup, görmekle terbiye olur. Başka insanların olgunluklarını görüp, "Bak ben şunlar gibi olamıyorum!" demekle, kendi halini bilmekle terbiye olur.

Mâdem zihnine böyle bir şey takılmış kardeşimizin, Allah kibirden kurtarsın... Sevdiği, tevâzû ehli, güzel bir kul olmayı nasib eylesin...


Soru:

--Gözyaşı dökemiyorum; çâresini izah eder misiniz?


--Gözyaşı dökmek, kalbin rikkati ile ilgilidir. Duygulanacak, göz yaşı dökecek, ağlayacak. Bunun için de midenin boş olması lâzım!.. Oruç tutar, biraz daha rikkatli olur. Ondan sonra, tefekkürü çok yapmak lâzım!..


Soru:

--Yalnız başına kalınca günah işlememek için ne yapmak gerekir?


--Abdestli olursunuz. Abdestli gezdi mi, Allah'a sığındı mı insan, mümkün olduğu kadar mahfuz olur. Zikr-i kalbîye devam eder, zikirde olursanız, yalnız başınıza günah yapmaktan korunursunuz. Allah-u Teâlâ Hazretlerine sığının, ilticâ edin; yardımcı olsun.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

Re: Bir Müslümanı Tekfir Etmenin Hükmü

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Cmt Eki 10, 2009 2:24 pm

Nefsi terbiye için günde 19 defa okumalıdır"
Nefsin Islahi Için Bir Dua

Allahümme Ya Hayyu Ya Kayyum. Bi rahmetike esteğisu. Eslihli şe’ni küllehu vela tekılni ila nefsi tarfete aynin vela ekalle min zalike ya zel Celali ve’l Cemali ve’l ikram.”

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

ATEŞ'İN YAKMADIĞI PEYGAMBER HZ.İBRAHİM

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Prş Eki 15, 2009 12:50 am

İbrahim peygamber dostuydu

O’nun için vardı ve O’nun için yaşıyordu.

Babasına selam demiş, yanından ayrılmıştı.

Ondan sonra halka ’ı anlatmaya başlamıştı.

Putların anlamsızlığından bahsetmişti.

Onların tanrı olamayacağını söylemişti.

Halk bu sözler üzerine çok şaşırmış,

İbrahim’e karşı düşmanlık duymaya başlamışlar.

Ey İbrahim, babalarımız bunlara tapıyordu

Bizde onların yolundan gidiyoruz.

Sakın onlara ve tanrılarımıza bir şey söyleme.

İbrahim peygamber onların bu tavrına karşı

Sizler neye tapıyorsunuz söyleyin bana, dedi.

Yalvardığınızda sizi duyuyor mu taptıklarınız

Yahut size ne gibi fayda ve zararları var

Babalarınız gibi sizler de neye tapıyorsunuz

Hiç düşündünüz mü aklınızı kullandınız mı?

İyi bilin ki o putlar benim düşmanımdır

Alemlerin Rabbi ise benim dostumdur

Beni yaratan ve doğru yolu gösteren O’dur

Beni yediren ve beni içiren de O’dur.

Hastalandığım zaman şifa veren de O’dur.

Benim canımı alacak, sonra da

Beni diriltecek olan yine O’dur.

Ve hatalarımı bağışlayacağını umduğum O’dur.

Rabbim bana bilgelik ver

Beni iyilerin arasına katarak ödüllendir.

Beni naim cennetinin varislerinden eyle

Babamı da bağışla çünkü o sapıklardandır.

Tekrar dirilme günü beni mahçup etme.

O gün ne mal ne de evlat fayda verir.

Ancak yüreğin samimiyetinde oluşan

İman nuruyla yapılan davranışlar

karşısında huzur verir.

Siz ey inkar eden insanlar

O gün geriye dönmek istersiniz

’a kulluk etmek için

Ateşi ve azabı görünce yakinen gözlerinizle

Ama heyhat dönüş yoktur geriye

Topraktan bir perde çekilince bedeninize

Artık burası hayal olur sizlere.

Dünyayı verseniz de dönemezsiniz

Kul olmak için yüce Rabbimize

Ateşi görünce ne siz ne de taptıklarınız

Kendisine yardım edemiyecektir.

Aklınızı başınıza alın da

Putları ve yaratılmışları bırakın

Yaratana ve tek hakime kulluk edin.

Ah diyeceğiniz ve dönüşü arzulayacağınız

O şiddetli ve yüzünüzü karartan gün gelmeden

Eşsiz varlığa iman edin ve kulluğa yönelin.

Puta tapanlarda büyük bir şaşkınlık belirdi.

Ne diyorsun İbrahim bize gerçeği mi getirdin,

Yoksa bize şaka mı yapıyorsun, dediler.

İbrahim gayet ciddi ve vakarlı bir şekilde

Gözlerinde korkudan bir eser bulunmadan,

Bütün inananlara örnek bir tavırla;

Hayır şaka yapmıyorum.

Bilakis size doğruyu hem de hiçbir yanlışlığın

Ve de eğriliğin olmadığı doğruyu getirdim.

Sizin gerçek Rabbiniz ancak ve ancak ’tır

O göklerin de yerin de Rabbidir.

Ben de buna şahitlik edenlerdenim, dedi.

Sonra içinden onlara bir yun düşündü.

’a yemin ederim ki siz gidince

Putlarınıza bir oyun edeceğim, dedi.

Halk bir bayram günü İbrahim’e

Kendileriyle gelmesini teklif ettiler.

Onu hala kazanacaklarını sanıyorlardı.

Fakat İbrahim yıldızlara baktı ve onlara

Ben hastayım, sizinle gelemem, dedi.

Onlar da İbrahim’i orada bırakarak gittiler.

Bunun üzerine İbrahim, putların yanına girdi.

Putların önündeki yemeği görünce

Yemekleri önlerinden aldı.

Niye engel olmuyorsunuz dedi.

Hadi gelin de beni engelleyin bakalım.

Yerinizden bile kıpırdamıyorsunuz.

Galiba çakılıp kaldınız da gelemiyorsunuz.

Madem siz gelmiyorsunuz o halde ben geleyim.

İbrahim peygamber yemekleri onlara uzatır.

Alın alın da yeyin bakalım.

Sizin için hazırlanmış bu kadar yemek var.

Almaz mısınız size veriyorum, der.

Putların hala sessiz ve çakılı kaldıklarını görünce

Onlara; niye yemiyorsunuz yoksa perhiz misiniz?

Hem de konuşmuyorsunuz dilinizi mi yuttunuz?

Şimdi sizi kim koruyacak bakalım, dedi.

Siz tanrısınız öyle mi?

Bakalım gücünüz ne kadar?

Acaba kendinizi koruyabilecek misiniz?

Gerçek tanrılar iseniz buna izin vermezsiniz.

Ben şimdi sizleri yerle bir edeceğim.

Bu sözlerden sonra tek tek kırmaya başladı.

Putlar birer birer yere devriliyordu.

Tanrılıklarından bir eser görülmüyordu.

Kendilerini kırana karşı bile bir şey yapamıyorlardı.

Bu tanrılar kendilerine inananları nasıl koruyacaktı.

Tabi ki ne kendilerini ne de onlara inananları

Asla koruyamayacaklardı.

Çünkü onlar cansız ve ruhsuzdu.

Hiçbir şeye güçleri yetmeyen taş yığınıydılar.

İbrahim onların içinde en büyüklerini kırmadı.

Elindeki baltayı o büyük putun boynuna astı.

Belki halk bunu düşünür de

Kim yapmış diye ona sorarlar diye.

Halk bayram dönüşü putlarına uğradı.

Gördükleri manzara karşısında

Dehşetle irkildiler, çok şaşırdılar.

Bunu tanrılarımıza kim yapmış olabilir, dediler.

Bazıları hemen İbrahim’i hatırladılar.

İbrahim denen genç yapmıştır

Çünkü o putlarımızı sevmiyor

Onlara karşı saygısızlık yapıyordu, dediler.

Hemen İbrahim’in yanına gittiler.

Ey İbrahim putlarımızı sen mi kırdın?

Bu soru üzerine İbrahim şöyle karşılık verdi;

Belki şu büyükleri yapmıştır ne dersiniz.

Kendisi varken küçüklere tapıyorsunuz diye

Size ve onlara çok kızmıştır.

Öfkelenerek onları kırıvermiştir.

Bakın balta da boynunda asılı duruyor.

İsterseniz ona bir sorun, konuşabiliyorsa, dedi.

Bu soru üzerine halk kısa bir süre düşündüler.

Putların konuşamadığını ve

Kendilerini koruyamadığını

Çok yakından kendi gözleriyle gördüler.

Bundan öncede biliyorlardı bilmesine

Ama gözleri ve vicdanları

İnkarla öylesine kararmıştı ki

Bunu anlamak bile istemiyorlardı.

Sürekli olarak hakka ve hakikate

Kulaklarını ve gözlerini kapatmışlardı.

İşte bu şekilde gözlerini ve yüreklerini

Doğrulara kapatan insanlar

Hangi çağda olursa olsun mahkumdur

İnkarın ve batılın cezbeden büyülü dünyasına

İşte İbrahim’in etkili sözleri üzerine

Vicdanlarıyla baş başa kalarak

Yüreklerinin ve akıllarının sesini dinlediler.

Putların ve putlaştırılmış varlıkların

Asla tanrı olamayacağını anladılar.

Ama kısa bir süre sonra

Menfaat ve çıkarın ortakları

Putların sırtından geçinenler

Onların adına insanları yönetenler

Tanrılarını yalnız ve korumasız bıraktıkları için

Birbirleriyle tartışmaya başladılar

Ve İbrahim’e şöyle karşılık verdiler;

Ey İbrahim biliyorsun ki putlar konuşamaz

Ve kendilerini de savunamazlar.

Sen bu şekilde tanrılarımızla alay ediyorsun

Seni bu konuşmandan men ederiz,dediler.

Bu fırsatı iyi değerlendiren İbrahim;

Ne dediğinizin farkında mısınız söyleyin.

Size fayda ve zarar vermeyen

Kendilerini bile korumaktan aciz

Bu zavallı putlara hala tapacak mısınız?

Hala onları tanrı olarak görecek misiniz?

Yazıklar olsun size de taptıklarınıza da dedi.

Putları tanrı kabul edenler öfkelendiler

İbrahim’in bu sözleri üzerine kızarak

Onu alıp o toplumun liderinin yanına götürdüler.

O zaman oraları Nemrut adında bir kral yönetiyordu.

Nemrut zenginliğine ve gücüne güveniyordu.

Kendisini tanrı gibi görüyordu.

İnsandı ama tanrılaşmak istiyordu.

Onu şımartan ve önünde eğilenler de

Böylece tanrılığını kutsuyorlardı

Nemrut da kendisini gerçek tanrı sanıyordu.

Bunun için de İbrahim peygamberle tartışmıştır.

İbrahim peygamber ’ın varlığını

Ve de birliğini ona anlatmış iman etmesini söylemiştir.

Nemrut, İbrahim’e şöyle demiştir;

Senin Rabbin ne yapar, neye gücü yeter

Söyle bakalım ey İbrahim Rabbini anlat

Bunun üzerine İbrahim peygamber ona

Benim Rabbim öldürür ve de diriltir, der.

Nemrut bu söz üzerine gülerek İbrahim’e;

Bunda ne var canım ben de öldürür ve diriltirim.

İşte sana ispatı diyerek muhafızı çağırır.

Zindandan iki esir getirmesini emreder.

Onlardan birini öldürür

Diğerini de serbest bırakır.

İşte gördün İbrahim benim de gücüm yetiyor.

Senin Rabbin gibi öldürüp diriltmeye.

Şimdi bana inandın mı söyle,

Bak demek ki ben de ilahım.

Çok komik olmuştu Nemrut.

Ama bunu kabul etmek istemiyordu.

Zenginliğin her şeye kadir olduğunu sanıyordu.

Öldürmek veya yeniden hayat vermek

Sadece ’a ait bir olaydı.

Nemrut’un bu komik cevabı üzerine

Bu küstahça söz üzerine İbrahim;

Ey nemrut madem tanrı olduğunu iddia ediyorsun

O halde hadi bakalım Rabbimin yaptığını

Sen de tersine çevir de görelim.

Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor

Hadi sen de batıda getir de görelim.

Nemrut bu cevapla şaşkına dönmüştür

Ne diyeceğini bilemez bir halde,

İbrahim peygambere çok öfkelenir.

Çünkü İbrahim’e halkının karşısında yenilmişti

Kim olursa olsun tanrılık iddiasında bulunan

’a karşı üstünlük asla olamaz

Kainatta küçük bir kare olan dünyada

Güçlü diye gururlanan ve asi olan

Onun dışına taşınca imtihan

Boynunu bükmek zorunda kalmıştı.

Artık yapacak tek şey itaat ve teslimiyetti.

Ancak inkarın dayanılmaz cazibesi

Ve etrafında dönen insanların pohpohu

Saltanat koltuğunu tanrı makamına çevirtmişti.

Kendisini gerçekten ilah sanmıştı.

Ama daha bir güneşe söz geçirememiş

Acizliğini kabul etmek zorunda kalmıştı.

Aciz olan varlığa düşen görev

Yüce ve eşsiz olanın karşısında

Boynu bükmek ve kul olmaktır.

Ancak saltanatı sallanan Nemrut

Vezirleriyle tartışarak ne yapacaklarını düşündü.

Bir kısmı idam edelim dedi.

Bir kısmı da sürgün edelim buradan dediler.

Bir kısmı ise ateşe atarak cezalandıralım, dedi.

Bu fikir kabul edildi ve hazırlıklar başladı.

Büyük bir ateş hazırladılar İbrahim’e

Tanrılarına hakaret ve isyan ettiler diye.

Fakat güç ve kudret sahibi ’ı unuttular.

O’nun peygamberini yalnız bırakacağını sandılar.

Ve İbrahim’i o büyük ateşin içine attılar.

İbrahim’i mancınıkla ateşe fırlattılar.

İbrahim havada uçuyor, ateşe gidiyordu.

Yüreğinde hiçbir korku yoktu.

Dilinde ise şu sözleri mırıldanıyordu;

Rabbim ne güzel bir dost ve

Ne güzel bir yardımcıdır.

Bu sözler üzerine Rabbimizin emri ateşe;

Ey ateş İbrahim’e karşı serin ol!

İbrahim’i yakma o benim dostumdur

Bu emir üzerine ateş yakmadı İbrahim’i.

Bir mucize daha gerçekleşmişti.

dilerse olmayacak bir iş yoktu.

O dilemezse olacak bir iş yoktur.

Ateş gül bahçesine dönüştü.

Yakıcı tüketici olan ateş

İçine düşeni küle çeviren ateş

Serin ve selamet olmuştu

Ve İbrahim peygamber kurtuldu ateşten.

Şaşkın bakışlar altında ateşten çıktı.

Bakın bakın dediler puta tapanlar

Nemrud’u bir insanı tanrı ilan edenler

Sihirbazlıkla suçladılar peygamberi.

İbrahim çok büyük bir sihirbazmış.

Bakın nasıl kurtuldu korkunç ateşten.

İbrahim peygamber ise aldırmadı bu sözlere.

Onlara son söz olarak şunları söyledi;

Sırf dünya çıkarı için bıraktınız ’ı

Edindiniz sahte ilah putları ve sultanları

Varacağınız yer cehennemdir elbette.

Hiçbir yardımcınız da olmayacaktır.

Ve onları bırakarak hicret etmiştir.

Rabbini anlatacağı başka diyarlara.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

Nefsi Eğitmenin Yolları

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Prş Eki 15, 2009 12:53 am

"(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53)

İnsanın dünya hayatındaki imtihanındaki en büyük düşmanlarından biri nefsidir. İnsanın en büyük düşmanının, kendi içinde olması ise çok düşündürücüdür. Dünya hayatının sonuna kadar en çetin mücadeleyi vermesi gereken varlıklardan biri, uzakta bir yerlerde değil, tam olarak "ben" dediği varlığın içindedir; yani "benliğinin bir parçası"dır.

İnsanın ise kendine, dünyadaki maddi manevi herşeyden çok sahip çıkma eğilimi vardır. Herkesten çok kendini düşünmeye, herkesten çok kendini korumaya, kendini sevmeye meyillidir.

Elbetteki bu durum, Yüce Rabbimiz'in çok büyük hayır ve hikmetlerle yarattığı bir imtihan sırrı içermektedir. Allah nefsi, insanın çevresinde gördüğü insanlardan ya da varlıklardan herhangi biri olarak yaratabilirdi. Böyle bir durumda da insanın nefsini, kendisine ait olmayan, yabancı bir varlık olarak görüp, ona çok daha objektif olarak yaklaşması mümkün olabilirdi. Yabancı bir insana nasıl sahip çıkmıyor, nasıl kayıtsız şartsız bu insanın savunuculuğunu üstlenmiyor ve onu kendi gibi kabul etmiyorsa; böyle bir durumda da, nefsini de karşısına alması çok sıradan kolay bir olay olurdu.

Ancak Yüce Rabbimiz nefsi, yalnızca samimi iman edenlerin yenebileceği gibi yaratmıştır. İman edenler, her ne kadar kendilerine ait bir varlık gibi görünse de, nefsin de yaratılmış her şey gibi, yalnızca beyinlerinde oluşan bir algıdan ibaret olduğunu bilirler. Allah insanın beyninde nefs gibi, binlerce varlığa dair bilgi yaratmaktadır. İnsanın bunlar arasından bir tanesini seçip, "iyi de olsa kötü de olsa bu algının her şeyini sahipleneceğim, herşeyini savunacağım" diye karar vermesi, samimi vicdanla ve temiz bir akılla değerlendirildiğinde, son derece mantıksızdır.

Eğer insanın, kendisine gösterilen algılar bütününden bir tanesini seçip sahiplenmesi gerekiyorsa, bu yalnızca "Allah'ın rızası, Kuran ve İslam'ın menfaatleri" olmalıdır.

İşte nefsini sahiplenip onun kendisini kötülüğe sürüklemesinden kurtulmak isteyen bir insanın yapması gereken budur. Kendini aklını yok sayacak; aklının yerine "Kuran ahlakı"nı koyacaktır. Bedenini de sahiplenmekten vaz geçecek; bunun yerine de "Müslümanların bedenini" kendi bedeni gibi kabul edip, onları sahiplenecektir.

Bunun için şöyle düşünülebilir: Bir odada iki kişi olduğunu farz edelim. Allah burada kişinin beyninde iki ayrı insan görüntüsü göstermektedir. Bunlardan başını göremediği görüntü kişinin kendisidir. Diğerini ise herşeyiyle ve tümüyle görmektedir. İnsan, bu iki görüntü içerisinden daima kendisine ait olanı sahiplenir. Bu bedenin nefsini savunma kararı alır. Halbuki bunun yerine, tam olarak gördüğü diğer kişinin nefsini sahiplenmeye karar verse, bu ortamda gelişecek tüm olaylarda, yapılacak tüm konuşmalarda, kişi, nefsinden yana kendisine ulaşabilecek tüm belalardan kurtulmuş olacaktır. Nefsinden gelen kötülükleri sahiplenmeyecek, ondan gelecek telkinlere aldanmayacak, her ne olursa olsun Kuran'dan yana, adaletle ve dürüst kararlar verebilecek, mutlaka Kurani konuşmalar yapabilecektir. Karşı tarafın haktan yana tüm çağrılarına açık olup, bunlardan tam anlamıyla istifade edebilecektir.

Böyle düşünerek nefsini sahiplenmekten kurtulan bir insan, bu belanın getireceği maddi manevi her türlü kötülükten korunmuş olacaktır. Nefsine yönelik bir saldırı olduğunu düşündüğünde Kuran'dan uzak, tevekkülsüz bir telaşa kapılmayacak, bedeni kendini savunma hırsıyla sarsılıp güçsüzleşmeyecektir. Kendisine acımayacak, haktan uzaklaşıp, adaletsiz, samimiyetsiz fikirlere kapılabileceği bir akıl boşluğu oluşmayacaktır. Müslüman olmanın, Kuran ahlakına uymanın, Allah rızası için yaşamanın müminin yüzüne yansıttığı nur yok olmayacak, hem bedeni hem de ruhi bir kirlenme oluşmayacaktır. Allah'ın izniyle bu bilinçle hareket eden bir mümin, hem bedenen çok güçlü olacak hem de Kuran ahlakını kusursuzca yaşayabilecek bir vicdan açıklığı içerisinde olacaktır.

Kullanıcı avatarı
HAMZA_YILDIZ
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 181
Kayıt: Sal Mar 31, 2009 12:27 am
Konum: istanbul

Abdestli durmanın fazileti nedir.

Mesaj gönderen HAMZA_YILDIZ » Pzt Eki 19, 2009 12:20 am

Abdestli bulunmanın fazileti çoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Abdestli bulunan oruç tutan gibidir.) [Deylemi]
(Güzelce alınan abdest, imanın yarısıdır.) [İbni Hibban]
(Abdest alanın, ağaçtan yaprakların döküldüğü gibi günahları dökülür.) [Taberani]
(Can alıcı melek gelince, abdestli olan, şehidlik mertebesine kavuşur.) [Taberani]
(Bir mümin, abdest için yüzünü yıkayınca, gözü ile işlediği günahların hepsi su ile birlikte dökülür. Ellerini yıkayınca, elleriyle işlediği günahlar, suyun son damlası ile dökülür. Ayaklarını yıkayınca, ayakları ile işlediği günahlar, su ile dökülür. Böylece bütün [küçük] günahlardan temizlenmiş olur.) [Müslim]
(Abdest için yüzünü yıkayınca günahların kirpiklerinden dökülür. Ellerini yıkayınca el tırnaklarından, başını mesh edince başından, ayaklarını yıkayınca ayak tırnaklarından günahların dökülür. Namazın sevabı yanına kalır.) [Ramuz]

Abdest alanın bütün küçük günahları affolur. Büyük günahları, insan ve hayvan hakları kendisine veya vârislerine ödenmedikçe günahları affedilmez. Nafile ibadetin sevabına kavuşabilmek için imanda ve farzlarda kusurlu olmamak, haramlardan kaçıp günahlara tevbe etmek ve o işi ibadet olarak yapmaya niyet etmek şarttır. (İ. Ahlakı)
Namaz kıldıktan sonra tekrar abdest almak sevabdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Abdestli iken abdest alana on sevab verilir.) [İbni Mace]
(Abdest üzerine abdest, nur üzerine nurdur.) [İ. Gazali]
(Meşakkat olmasaydı, her namaz için abdest almayı emrederdim.) [İ. Gazali]
(Abdestini tazeleyenin imanı tazelenmiş [parlamış] olur.) [İ. Gazali]
(Allahü teâlâ buyurdu ki: Abdesti bozulunca abdest almayan bana cefa etmiş olur. Abdest alıp da, iki rekât namaz kılmayan da bana cefa etmiş olur. İki rekât namaz kılıp da benden bir ihtiyacını istemezse yine bana cefa etmiş olur. Abdest alıp, iki rekât namaz kıldıktan sonra dua edenin duasını kabul etmezsem ben de ona cefa etmiş olurum. Halbuki ben cefa etmem.) [Şir’a]
(Abdest alınan suyun artanından içmek 70 türlü derde devadır. Bunun en aşağısı hem [sıkıntı, keder]dir.) [Deylemi]
(Abdestten sonra Kadir suresini okuyanın elli yıllık günahı affolur.) [Halebi]
(Abdestten sonra Kadir suresini okuyan sıddıklardan, 2 defa okuyan şehidlerden yazılır. 3 defa okuyan, Peygamberlerle haşrolur.) [Deylemi]
(Abdest alıp, iki rekât namaz kılan, Cennete girmeye layık olur.) [Halebi]
(Abdest alıp, 2 rekât namaz kılanın günahları affolur.) [Buhari]
(Güzelce abdest alanın, iki namaz [kılacağı namaz ile gelecek namaz vakti] arasındaki günahlarının hepsi affolur.) [Buhari]
(Abdestten sonra, on defa salevat-ı şerife getirenin gamı gider, duası kabul olur.) [Ey Oğul İlmihali]
(Ancak [kâmil] mümin, devamlı abdestli durabilir.) [İbni Mace]

Abdestli olmaya devam edene, Allahü teâlâ şunları ihsan eder:
1- Melekler onun yanından ayrılmaz.
2- Devamlı sevab yazarlar.
3- Bütün azaları tesbih eder.
4- Uyuyunca melekler, insan ve cin şerrinden korur.
5- Sekerat-ı mevti kolaylaşır.
6- Abdestli iken Allahü teâlânın emanında olur.
7- İftitah tekbirini kaçırmaz.

Allahü teâlâ, Hazret-i Musa’ya buyurdu ki:
(Ya Musa, sana bir musibet gelince abdestsiz isen, kusuru kendinde bul!) [Şir’a]
Evliya-i kiram, her zaman abdestli durabilmek için, az yiyip az içerlerdi. İmam-ı Malik hazretleri, üç günde bir yemek yerdi. Sebebi sorulunca, (Allahü teâlânın huzurunda sık sık helaya gidip gelmekten utanıyorum) buyurdu. (Envar-ül-Kudsiyye)

Yatağa abdestli girmenin fazileti de büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kim, yatağa abdestli yatarsa, o gece bir melek sabaha kadar "Ya Rabbi bu kulunu affet!" diye dua eder.) [Hâkim]
(Abdestli yatıp Allahü teâlâyı anarak uyuyan, uyanana kadar namazda sayılır. Bir melek onun için ibadet eder. Uyandığı zaman yine Allahü teâlâyı anarsa, o melek, bu kulun affı için Allah’a dua eder.) [İbni Hibban]
(Abdestli yatan, gece ibadet eden, gündüz oruç tutan gibidir.) [Deylemi]
(Abdestli yatan, gece vefat ederse şehid olur.) [İbni Sünni]

Cevapla

“İSLAMİYETİ YAŞAYIŞ ve DİNİ KONULAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİZ” sayfasına dön