Kürsü / Cuma Sohbetleri

"Eüzübillahimineşeytani siyaset" düsturunda islami konuları bildiğiniz kadarıyla buradan paylaşabilirizsiniz.
Cevapla
ENSSHN
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 331
Kayıt: Cum Oca 25, 2008 11:32 pm

Kürsü / Cuma Sohbetleri

Mesaj gönderen ENSSHN » Cmt Nis 25, 2009 3:48 pm

(Dün siteye belirli bir saatten sonra giremedigim için bunu yayınlayamadım.Bundan sonra her cuma Zaman Gazetesi'nde M.Fethullah Gülen Hocaefendi tarafından derlenen ''Kürsü'' bölümünü bir ''cuma sohbeti'' olarak buraya aktarmaya devam edecegim insallah..)

24.04.2009

Rabb'i O'na Hiç Küsmedi

Allah Resûlü'nü üzmek, güya O'nu ye'se düşürmek ve davasından vazgeçirmek için müşriklerin "Rabbi O'nu terk etti." demelerine mukabil Cenâb-ı Allah; "Ey Resûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da." (Duhâ, 93/3) mealindeki ayeti indirmiştir.

Allah Teâlâ'nın, Peygamber Efendimiz'e (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) darılması ve O'nu terk etmesi vâki değildir ve bir süre vahiy gelmeyişi de asla öyle bir darılmadan kaynaklanmamıştır. Allahu a'lem, Efendimiz'in gönlünde, vahye karşı daha derin heyecanlar uyarmak ve öteleri gözlemesi, semanın dilinin çözülmesini beklemesi mevzuundaki iştiyakını tetiklemek için bir inkıtâ (kesinti) olmuştur. Bir haylûlet (araya girip perde olma) şeklindeki bu inkıtâda, O'nu geleceğe hazırlama gibi bizim bilemediğimiz başka hikmetler de vardır. Dolayısıyla, bu meseleyi, kendi düşünce tarzımız, kendi anlayışımız ve kendi ufkumuz itibariyle yorumlamaya kalkarsak, o Zât-ı âlişânı kendi seviyemize indirmiş oluruz; öyleyse, onu, Allah Resûlü'nün şahsî mülahazası ve engin ufku itibariyle ele almak lazım. Evet, değişik rivayetlerde üç, beş, dokuz hatta kırk günlük bir süre zarfında vahyin kesintiye uğradığından bahsedilmektedir. Fakat bu mevzuyu, bir dargınlığın neticesiymiş gibi göstermek kat'iyen doğru değildir. Ayrıca, Vâkıdî ve Kelbî gibi kimseler, Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) vahyin kesilmesi karşısında duyduğu teessürden dolayı dağda, bayırda gezdiğini ifade etseler, onun bazı davranışlarını kendilerince farklı değerlendirseler ve bazı modern yorumcular da onların düşüncelerini aynen günümüze taşıyarak yeniden seslendirseler bile, ben bunların hiçbirine ihtimal vermiyorum. Onlara iştirak etmediğim gibi o türlü iddiaları Efendimiz'i hiç tanıyamamış olmalarına delil sayıyorum. Kendisine vahiy gelmeden evvel hayatında zerre kadar dengesizlik müşahede edilmeyen bir insanın, semalarla irtibata geçtikten ve ulûhiyet hakikatına o kadar aşina olduktan sonra, öyle bir ruh haleti içine girmesi kat'iyen mümkün değildir. Evet, mutlaka O da bir beşerdi, muktezâ-yı beşeriyet olarak bizde bulunan bazı şeyler O'na da ârız olurdu, fakat O'nda asıl olarak meydana gelen şeylerin bizde yalnızca gölgeleri hâsıl olduğu gibi, bizde asıl olarak bulunan şeylerin de O'nda sadece gölgesi bulunurdu.

SOHBET-İ CANAN İÇİN ADETA CAN ATIYORDU

Allah Resûlü'nün bakışları hep ulvî âlemlerdeydi; O'nun ötelere karşı tarifi imkânsız bir iştiyakı vardı. Bazı insanların dünyaya bağlılığının ve dünyevîliklere tiryakiliğinin çok ötesinde O öteki âlemlere bağlıydı ve bir ibadet ü taat tiryakisiydi. Cenab-ı Hakk'ın rızasına vesile olacak hususları öğrenmek ve Cebrail'le (aleyhisselam) bir kere daha sohbet-i Canan'da bulunmak için adeta can atıyordu. Nitekim bir gün "Ey Cibrîl! Bizi (şimdiki mutad) ziyaretinden daha çok ziyaret etmene engel nedir?" demiş ve onunla daha sık bir araya gelme isteğini ifade buyurmuştu; Cibrîl-i Emin de, "Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz." (Meryem, 19/64) mealindeki ayetle ona cevap vermişti. İşte, kısa bir süreliğine de olsa vahyin kesilmesini, ötelere müteveccih ve vahiy tiryakisi bir insanın duygu, düşünce ve iştiyak enginliği açısından değerlendirmek gerekir.

Allah Resûlü kendi ufku itibariyle, onu önemli bir inkıtâ sayabilir, bir haylûlet vâki olmuş gibi algılayabilir, yani ötelerle kendisi arasına bir perde konulduğunu ve adeta bir husûf (perdelenme, ay tutulması) yaşadığını düşünerek ciddi bir heyecan içine girebilir. Fakat kısa süreli böyle bir kesinti, belki de O'nun iştiyakını arttırmaya matuftur ve bir rahmettir. Geçici bir kabz tattırmak suretiyle, Allah (celle celâluhü) her zaman bast halinde yaşayan Habibi'nin teyakkuzunu tetiklemeyi ve tevecühünü güçlendirmeyi murad buyurmuştur. Nitekim Kur'an-ı Kerim, "Rabbinin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O'na yönel." (Müzzemmil, 73/8) mealindeki ayetlerle böyle bir teyakkuz ve teveccühe davet etmektedir. Evet, bir süreliğine vahyin kesilmesi adeta daha derin bir yöneliş çağrısıdır; fakat kat'iyen bir küskünlük ve dargınlığın neticesi değildir. Bunun en önemli delili de, Duhâ Sûresi'nin tamamı ve bilhassa "Ey Resûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da." (Duhâ, 93/3) mealindeki ayet-i kerimedir. Bu ayetler, Allah Resûlü için birer müjdedir; bulunduğu her hâlin önüne nazaran sonunun, mesela nübüvvetinin başlangıcına nazaran sonrasının, dünyaya nazaran ahiretinin daha hayırlı olacağını, Efendimiz'in daimi bir yükselişte bulunacağını; dünyada, ilahî feyizlerle ve tebliğ vazifesinde muvaffakiyetle, âhirette ise şefaat-ı uzmâ ve makam-ı mahmudla mükâfatlandırılacağını haber veren ve O'nun mutlaka razı edileceğini bildiren bir müjdedir. Selef-i salihinden bazıları, "Kur'ân'da en ümit verici ayet budur, zira kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseler kurtulmadıkça Efendimiz'in razı olması düşünülemez." demişlerdir.


ÖZETLE:

1 - Allah Teâlâ'nın, Peygamber Efendimiz'e darılması ve O'nu terk etmesi vâki değildir ve bir süre vahiy gelmeyişi de asla öyle bir darılmadan kaynaklanmamıştır.

2 - Allah Resûlü'nün bakışları hep ulvî âlemlerdeydi. Bazı insanların dünyaya bağlılığının çok ötesinde O öteki âlemlere bağlıydı ve bir ibadet ü taat tiryakisiydi.


O,ümmetine çok düşkündür

Duhâ Sûresi'ndeki: "Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı" ifadesini mukabele olarak değerlendirmek gerekir. Mesela, Arapçadan Türkçeye çevirirken kabaca "Kim Allah'a tevbe ederse Allah da ona tevbe eder." şeklinde dile getirilen hakikat, aslında "Bir insan günahından tevbe eder ve bir kere daha kulluk şuuru içinde Cenab-ı Hakk'a yönelirse, Allah o kulun tevbesini karşılıksız bırakmaz ve ona rahmetinin genişliğiyle, mağfiretinin enginliğiyle muamelede bulunur." demektir.

Belâgat ilminde, aralarında tezat ve tekabül bulunan şeyleri bir ibarede bulundurmaya ve aynı kelimeyi birbirine mukabil iki ayrı manada beraberce zikretmeye "mukabele" denmektedir. İşte, "Mâ veddeake Rabbüke ve mâ kalâ" ifadesini de mukabele açısından değerlendirmek icap eder. Yani, sizin birbirinizi terk etmeniz, birbirinize küsüp darılmanız kendi acz, zaaf, fakr ve hiçliğiniz içinde ne ifade ediyorsa, birine küsüp darılınca siz ne yapıyorsanız, Hazreti Zât-ı zülcelal de kendi münezzehiyet, mukaddesiyet ve mübecceliyeti zaviyesinden öyle bir mukabelede bulunur. Küsme ve darılma gibi kelimeler Zat-ı Ulûhiyet'e nisbet edilince, o kelimelerin lazımı, Cenab-ı Allah'ın münezzehiyeti içinde anlaşılmalıdır. Yoksa bu sözler insanların küsüp darılmaları cinsinden beşerî bir manayı hatırlatmamalıdır. Öyleyse ayet-i kerime, "Allah, seni hiçbir zaman kimsesizliğe terk etmedi ve yalnız bırakmadı." anlamına gelmektedir.

Çoğumuz itibariyle, biz de bu âyeti her okuyuşumuzda, aynı mânâyı kendi adımıza duymaya çalışır ve sanki Rabbimiz bize hitap ediyormuş gibi bir hisse kapılırız. Aslında, bu hitap, evvelen ve bizzat, hakiki ve kâmil manasıyla Peygamber Efendimiz'e mahsus olsa bile, saniyen ve izâfî olarak, zıllî keyfiyetiyle ve izdüşümü itibariyle O'nun yolunda olan insanlara da bakmaktadır. Öyle inanıyorum ki, Allah Teâlâ, bir adımla dahi olsa Kendisine yaklaşanı hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır.

Cenab-ı Hak, Duhâ Sûresi'nde ayrıca "Elbette Rabbin sana ileride çok ihsanda bulunacak, tâ ki sen de O'ndan ve verdiğinden razı olacaksın." (Duhâ, 93/3) buyurmaktadır. İbn-i Abbas'tan gelen bir rivayette, "O'nun rızası, ümmetinin hepsinin Cennet'e girmesindedir." denilmektedir. Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir. İnsanlık târihinde O'nun kadar ümmetine "düşkün" bir başkasını göstermek mümkün değildir. Bu hakikati ifade sadedinde Kur'ân-ı Kerim'de, "Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, mü'minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 9/128) diye anlatılan Rahmet Peygamberi'nin (aleyhissalâtü vesselâm) ümmetine karşı alâkası fevkalâde ve had safhadadır. Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz'in, ümmetine küsüp darılacağına hiç ihtimal vermiyorum. O'nun genel tabiatının ve yüksek karakterinin küsüp darılmaya müsait olmadığına inanıyorum.


Medine'nin Gülü

Andım yine Sen'i her şey yâdımdan silindi,
Hayâlin gönlümün tepelerinde gezindi;
Bu bir serâp olsa da hafakanlarım dindi..
Andım yine Sen'i her şey yâdımdan silindi.
Keşke hep aşkınla oturup aşkınla kalksam,
Rûhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşsam;
Bir yolunu bulup gönlünden içeri aksam..
Keşke hep aşkınla oturup aşkınla kalksam.
Bir bilsem, vuslata ne zaman ferman gelecek?.
Yoksa bu yanan gönlüm durmadan inleyecek;
İnleyip en taze hislerle hep bekleyecek..
Bir bilsem, vuslata ne zaman ferman gelecek?.
Kalbim bir güvercin gibi titrerken adından,
Ne olur Sana ulaşmam için kanadından;
Bana bir tüy ver, pervaz edeyim hep ardından..
Kalbim bir güvercin gibi titrerken adından.
Ey kupkuru çölleri Cennet'e çeviren Gül;
Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül!
Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül!.
Ey kupkuru çölleri Cennet'e çeviren Gül!
Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım,
Bir kor saç içime ocaklar gibi yanayım;
Sen'siz geçen bu acı rüyâdan kurtulayım..
Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım..
Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta,
Rûhuma sisli-dumanlı bir kasvet yaymakta;
Göster çehreni ki, güneş gurûba kaymakta..
Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta...
Son demde hiç olmazsa gurûbum tulû olsun,
Gönlüm ufkunun en taze renkleriyle dolsun;
Her yanda tamburlar çalınsın; neyler duyulsun..
Ne olur, hiç olmazsa gurûbum tulû olsun..!

M. Fethullah Gülen

Haftanın Duası

Ey, bir belaya maruz kaldıklarında sabırları, lutfedilen nimetler karşısında da şükürleri pek az olan biz zayıf ve çaresiz kulların Rabbi! Dünyanın feci ve korkutan hadiseleri ve dehrin musibetleri karşısında bize inayet eyle; fesatçıların şerlerinin bize ulaşmasına mani ol. Şer güçlerin şerlerinden bizleri muhafaza eyle. Efendimiz Hazreti Muhammed'e, aile fertlerine ve bütün ashabına salât u selam ediyoruz, Rabb'imiz...

Sözün Özü

Peygamberlere ve Peygamberimiz'e bakarken, bakış zaviyesi ve niyet çok önemlidir. Enbiyâ-i izâm bir yana, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebînin sezilip anlaşılması dahi hususî bir ruh safveti ve gönül berraklığı isterse peygamberler nasıl cismaniyetin sisli-dumanlı ikliminde idrak edilip anlaşılabilir ki?..
Öyle ise, onları anlamaya çalışırken, bütün letâifimizle teveccüh edip dikkat kesilmemiz icap edecektir.
düşünmek taraf olmaktır..

ENSSHN
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 331
Kayıt: Cum Oca 25, 2008 11:32 pm

Re: Kürsü / Cuma Sohbetleri

Mesaj gönderen ENSSHN » Cum May 01, 2009 2:22 pm

01.05.2009

Allah Resulu'nun eşi menendi yoktur

Allah, Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve selem) iç ve dış yapısı itibarıyla öyle bir genişlik bahşetmişti ki, fevkalâde mütevazı olmasının yanında olabildiğine mehîb ve büyüleyiciydi; huzuruna giren en mağrur ve mütekebbir ruhlar bile O'nun mehâbeti karşısında tir tir titrer, düşünce ve niyetlerinin hilâfına farklı bir hâl alırlardı.

Mağrur Kisra elçileri, o mehâbet abidesiyle karşılaştıklarında oldukları yerde kalakalmış ve ne diyeceklerini unutmuşlardı. Aynı zamanda böylesi bir heybet ve ciddiyetin yanında herkesi büyüleyen ve kendine çeken öyle bir yumuşaklığı vardı ki, O'nu yakından tanıyan herkes, O'na, evlât, anne-baba ve bütün sevdiklerinden daha fazla alâka duyar, âdeta O'nun tiryakisi olur ve bir daha da huzurundan ayrılmak istemezdi. O her hâliyle çevresine güven vadeder; söz, tavır ve mimikleriyle her zaman Rabbisinin huzurunda bulunduğunu işaretler; sürekli emniyet soluklar ve herkese demet demet güven dağıtırdı. O, evvel ve âhir emin olarak tanınmıştı; bakışlarında emniyet nümâyândı, sözleri emniyet etrafında döner durur ve huzurunda hep emniyet besteleri duyulurdu.

O'nun umumî davranışlarıyla aklı, ruhu, hissi, mantığı atbaşıydı ve birbirine müsâvî sayılırdı. Keskin zekâsı; hiç yanıltmayan firaseti; her türlü tereddüde kapalı kararlılığı; azm ü ikdamı; kimseyi aldatmamanın yanında baş döndüren stratejileri; en yaman hâdiseler karşısında dahi asla "pes" etmemesi; musibetlerin yüzüne gülmesi ve belâları iyi okuyup onlardan kitaplar dolusu ibretler çıkarması; şiddet, hiddet ve öfkeye sebebiyet veren münasebetsizlikler karşısında olabildiğine soğukkanlı, olabildiğine temkinli davranması hem O'nun insanüstü karakterini, hem de konumunu ve o konuma göre duruşunu aksettiren hususlardan sadece birkaçıdır. Herkesin telâşa kapılıp paniklediği yerlerde O'nun öyle merdâne bir duruşu vardır ki, o duruş karşısında hezimetler zafere dönüşür, bozgunlar yerlerini taarruza bırakır ve mağlûbiyetin tozu-dumanı içinde başarı stratejileri tüllenirdi.

Aile efradı arasında O, eşi menendi olmayan bir aile reisiydi.. arkadaşları içinde, kardeşçe, yumuşak tavırlarıyla gönüllere girmesini çok iyi bilen mükemmel bir mürşit ve muallimdi.. arkasındakileri hiçbir zaman yanıltmayan ve inkisara uğratmayan eşsiz bir rehberdi.. söz sultanı bir hatip, kalp eri bir rabbânî, muhakeme üstadı bir hâkim; harikulâde bir devlet reisi ve bozgunlardan zafer çıkaran bir erkân-ı harpti. Bu mükemmelliklerin hepsi O'nda zirveye ulaşıyordu ama, bütün bunlara rağmen O, her zaman düz bir insan gibi davranıyor, kendini insanlardan bir insan sayıyor; hakkı olan, halkın da terbiyesinin gereği bulunan büyük payeler isnadından fevkalâde rahatsızlık duyuyor ve çok sevdiği o güzide arkadaşlarına bu konuda yer yer biraz da şiddetli ikazlarda bulunuyordu.


O, Misyonun Enginligine Denk Bir Okyanustu

Fevkalâde asalet, necâbet ve Hak'la münasebetin hâsıl ettiği, herkesin başını döndüren o müthiş mehâbetine rağmen, zıtları bir arada yaşıyor gibi öylesine mütevaziydi ki; az önce arz edilen hususiyetleri görmeyenler O'nu âhâd-ı nastan biri sanırlardı. Arkadaşlarının onca tazim ve saygısını görmezlikten gelerek onlarla aynı zeminde bulunur, aynı sofrada yemek yer; farklılık ve hususiyetlerini bir namus gibi setreder ve yanında bulunanları, tabiatındaki mehâbet, haşmet ve mehâfetle bunaltmamak için yer yer cemâlî tecelli dalga boyundan, ibret, ders ve nükte edalı mülâtefelerle rahatlatır; izzetini tevazu ile süsler; mehâbetini şefkatle tadil eder ve nâsûtî rengini öne çıkararak o şeker-şerbet konumuna ayrı bir halâvet katardı.

O her zaman halim, selim ve dengeliydi; kin, nefret ve öfke hislerinin tetiklendiği durumlarda bile fevkalâde mülayim davranır; gayzla köpüren insanların şiddetini, hiddetini tadil eder; en can alıcı hasımlarını bir hamlede yumuşatır ve cephe durumuna getirilmek istendiği yerlerde dahi hemen sıçrayıp hakemlik koltuğuna oturmasını bilirdi. Umumî bir hakkın çiğnenmediği, Allah hakkına saygısızlıkta bulunulmadığı hemen her yerde O, bağışlayıcı ve müsamahalı davranırdı ki siyer-i nebevîde, O'nun afv u safh ve müsamahasını gösteren misallerin yüzlercesini görmek, göstermek mümkündür.

Vade vefada da O'nun eşi-emsali yoktu. Bir kere hulfü'l-vaadde bulunduğu, bir kere olsun sözünden döndüğü görülmemişti. Ne peygamberliğinden önce ne de nübüvvetle serfiraz kılındıktan sonra -ahd u misak tanımayanlara karşı kararlı tavrı malum- hiç mi hiç sözünden dönmemiş, hilâf-ı vaki beyanda, hatta böyle bir şeyi îmâda dahi bulunmamış, hep bir güven ve vefa abidesi olarak yaşamıştı.

O, bütün muhtevası pırıl pırıl öyle bir bilgi havzı ve hazinesiydi ki, ne geçmiş zamanın küllenmiş hâdiselerinden verdiği haberlerinde ne de tarih öncesi farklı milletlerin din, mezhep, kültür, an'ane ve örfleriyle alâkalı ihbarlarında hiçbir itirazla karşılaşmamıştı; karşılaşmazdı da; zira O, Allah'ın elçisiydi ve O'nun bilgi havzına akan o yanıltmayan malumat da hep O'ndan geliyordu. O, ifadelerinde söz kesen bir beyan sultanı, mantığında bir muhakeme abidesi ve düşüncelerinde de misyonunun enginliğine denk bir okyanustu. İfadeleri o kadar kıvrak, beyanı o denli vâzıh, üslûbu öylesine zengin ve rengin idi ki, bazen bir-iki cümle ile muhataplarına dünya kadar hakikatleri birden arz eder, bazen mücelletlere sığmayacak kadar geniş konuları bir solukluk söze sıkıştırır, bazen de tevil ve tefsir üstadlarına yorumlamak üzere ne söz cevherleri ne söz cevherleri emanet ederdi. "Bana cevâmiu'l-kelim verilmiştir" sözleri O'nun işte bu enginliğini işaretlemektedir.


Özetle;

1.Yüce Allah, Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve selem) iç ve dış yapısı itibarıyla öyle bir genişlik bahşetmişti ki, fevkalâde mütevazı olmasının yanında olabildiğine mehîb ve büyüleyiciydi.

2.Herkesin telâşa kapılıp paniklediği yerlerde O'nun öyle merdâne bir duruşu vardır ki, o duruş karşısında hezimetler zafere dönüşür ve mağlûbiyetin tozu-dumanı içinde başarı stratejileri tüllenirdi.

3.İfadeleri o kadar kıvrak, üslûbu öylesine zengin idi ki, bazen bir-iki cümle ile muhataplarına dünya kadar hakikatleri birden arz eder, bazen mücelletlere sığmayacak konuları bir solukluk söze sıkıştırırdı.


Önyargısız dinleyen herkes O'na "amenna" der

İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelü't-tehaya) çok konuşmuş, çok hutbe irad etmiş, ifadelerinde değişik meselelere girmiş, farklı konuları tahlil etmiş, ama hep vakıa mutabık düşünmüş ve konuşmuştur. Onun beyan ve hitabelerinin üzerine hilâf-ı vaki'in gölgesi bile düşmemiştir.

Öyle ki, O'nu yakın takibe alıp vurmak için sürekli fırsat kollayan o pek azılı hasımları bile hiçbir zaman O'na yalan isnadında bulunmamış ve bulunamamışlardır.

Aslında, çocukluğundan gençliğine, ondan da peygamberlikle şereflendirildiği kırk yaşına kadar fevkalâde bir hassasiyetle, hemen her davranışı gibi lisanını da hilâf-ı vaki beyandan sıyanet eden birinin, yaşının üçte ikisi gittikten sonra, kalkıp nübüvvet iddiasında bulunacağına ihtimal vermek günahtan öte apaçık bir küfür yobazlığı, akla ve mantığa karşı da bir saygısızlıktır. Kaldı ki, O'nun söylediği sözler, vaz'ettiği hükümler dünü-bugünü-yarını içine alacak şekilde fevkalâde geniş açılıydı.. ve muhtevaları da bir beşer dimağını aşacak kadar mütenevvi idi: O itikatla alâkalı konuşuyor, ibadete dair ahkâm vaz'ediyor, içtimaî, iktisadî, askerî ve idarî konularla alâkalı sözler söylüyor; söylediklerini uyguluyor; uyguladıklarından semere alıyor ve getirdiği esasların doğruluğunu tarihe tescil ettirerek insaflı ve önyargısız vicdanlara emanet ediyordu; ediyordu ve arkadan binlerce yorumcu, binlerce mütefekkir, yüzlerce filozof ve her biri pek çok fende uzman on binlerce mütefennin O'nun söylediği sözlere ve ortaya koyduğu içtimaî, iktisadî esaslara, askerî ve idarî disiplinlere, terbiyevî kurallara "evet" deyip imza basıyor; ayrıca bunların yanında milyonlarca evliyâ ve asfiyâ da her hüküm ve her beyanda O'nu tasdik edip, O'nun rehberliğinde bu payelere erdiklerini haykırıyorlardı. Bu itibarla da, O'na "hayır!" diyen herhalde ya ne dediğinin farkında olmayan bir densiz ya da beyni yıkanmış bir talihsiz olmalıdır; zira, ne dün ne de bugün birbirinden çok farklı bunca mesele hakkında hiç kimse bu ölçüde her zaman ter ü taze kalabilecek tek bir söz söyleyememiş ve değişmez hükümler verememiştir; hele uzmanlık isteyen konularda asla.! Her şeyden evvel, Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, bir insan ne kadar yüksek istidatlı ve kabiliyetli de olsa, ancak birkaç fen ve birkaç alanda tutarlı söz söyleyebilir. Oysaki bu Zât, bütün varlık ve hâdiselerle alâkalı, bütün zaman ve mekânlarda geçerli öyle ince işlerden söz ediyor, söylediklerini öyle mâhirâne, hakîmane bir üslûpla ortaya koyuyor ve o denli kendinden emin ve tereddütsüz konuşuyordu ki, görüp tanıyan ve kulak verip önyargısız O'nu dinleyen herkese "âmennâ" dedirtiyordu.



İnleyen Bir Nayım

Derd-i isyana müptelâyım Yâ Resûlallâh!
Kapında bir bahtı karayım Yâ Resûlallâh!Umardım cemâl-i pâkinden hep tecelliler,
Bak şimdi; firâka sezâyım Yâ Resûlallâh!

İnlerken bir zaman ümîd-i feyzinle dâim,

Cürmümle o demde cüdâyım Yâ Resûlallâh!

Saçılır iklim-i pâkinden her yana rahmet,

Ben neden kuruyup solayım Yâ Resûlallâh!

Ne şevkti tüterken bûyun her dem seherlerde,

Bak şimdi, inleyen bir nâyım Yâ Resûlallâh!

Kabul kıl mücrimi, kovma kapından ne olur!

Kovarsan kime sızlanayım Yâ Resûlallâh!

Yanmışım isyanla, yakma hicranla Ey Nebî!

Penâhım Sen, kime varayım Yâ Resûlallâh!

Günah bana yaraşmaz, doğru... Af Sen'in şânın,

Sen varken kime dert yanayım Yâ Resûlallâh!

M. Fethullah Gülen


Haftanın Duası

Ey her şeyin varlık ve devamı Kendisine muhtaç bulunan Rabb-i Rahîm! Vicdanlarımızda sürekli Zat-ı Akdes'ini yâd etmeye bizi muvaffak kıl ve bütün latifelerimizi zikrinle ihya buyur.. bir an bile olsa doğruluktan ve doğru yoldan bizi cüdâ düşürme! Kâinata rahmet peygamberi olarak gönderdiğin Efendimiz Hazreti Muhammed'e, aile fertlerine ve bütün ashabına salât u selam ederek bunları Senden dileniyoruz, Rabb'imiz...

Sözün Özü

Nebinin tebliğinde akıl, mantık ve hisler omuz omuza ve iç içedir. O, sadece kitlelerin hissiyatlarından yararlanarak; insanları sokaklara dökmeyi düşünmediği gibi, bütünüyle bir nazariyeci kesilip, onları aksiyon ve hamleden mahrum birer uzlet insanı haline de getirmez. O, Allah'tan gelen mesajları insanların gönlüne salar, onlarda aksiyon ruhu uyarır ve onları insanlığın semasına yükseltir, meleklerle diz dize, yüz yüze getirir.
düşünmek taraf olmaktır..

ENSSHN
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 331
Kayıt: Cum Oca 25, 2008 11:32 pm

Re: Kürsü / Cuma Sohbetleri

Mesaj gönderen ENSSHN » Cum May 08, 2009 10:35 pm

08.05.2009
Anne-babaya hürmet Allah emridir
Anne-babaya hürmetsizlik bugünün en büyük problemlerindendir. İnanan insanlar bu problemin halli için misyon yüklenmelidirler. Sadece "üzülüyorum, müteessir oluyorum, gözüm yaşarıyor" deyip o mesele geçiştirilemez. O mevzuda mutlaka bir şey yapmak gerekir.Anne-babaya hürmet bir kere Allah'ın emridir. Ama maalesef bütün dünyada bu mesele yerle bir olmuştur.

Sadece bahtsız İslam coğrafyasında bazı güzel örnekler göstermek mümkün olabilir. Hâlâ bazı kimseler hakikaten anne ve babalarına karşı saygılıdırlar. İtaat ediyorlardır. Onlara saygılarını öyle uf dememe inceliğinde ifade etmeseler bile tartaklamazlar, açıktan açığa onlara karşı yüzlerini ekşitmezler, hırpalamazlar, incitecek söz söylemezler, yedirirler, içirirler. İsterse bu mülahazaları "Vefat edip gidecekleri anda nasıl olsa mirasları bize kalacak, ne diye inciteyim bunları? Sonra gider varlıklarını bir hayır kurumuna bağışlarlar. Bir vakfa bağışlarlar." endişesi olsun isterse başka bir şey olsun. Niyetlerine göre mükâfat görürler ama anne-babayı incitmeme başlı başına bir fazilettir.

Bu konunun eğitim sisteminin bütününü alakadar eden bir yanı da vardır. Caminin bu meseleyi işlemesi lazımdır. Herkesin, inandığı ölçüde evinde bu duyguyu canlandırması gerekir. Ve siz de elinizdeki imkânlarınızla nerelere tesir edebiliyor, eliniz nereye kadar ulaşabiliyorsa üzerinize düşeni yapmalısınız. Derginizle, gazetenizle, televizyonunuzla, radyolarınızla ve sahip olduğunuz bütün imkânlarla elinizden geleni yapmanız gerekir.

Bediüzzaman, annesine-babasına isyan edeni insan bozması bir canavara benzetiyor. Hakikaten annesine-babasına saygısızlık yapan, isyan eden, başkaldıran, onların hukukunu çiğneyen bir insanı görünce içinizden: "Allah bu hayvanları neden insan suretinde yaratmış?" demek geliyor.

Anne-babaya hürmet meselesi vicdanlarda bütün vahametiyle duyulmuyor. Bu veba başta Batı'da başladı. Daha sonra modernite kılıfıyla bizim o güzelim dünyamıza da sirayet etti. Sanki anne-babanın sizi bakıp büyüttükten sonra o bölgede yaşamaya hakları yok gibi bir anlayış gelişti. Bu sakat felsefe bizim iradi davranışlarımızı da felç etti. Şimdi artık anne-babayla (pederşahi) oturulan aileler belki sadece köylerde kaldı. Cedşahî (dedeyle oturulan) ailelerin adı bile unutuldu. İnşaallah bu kirlenme köylere de varmadan çark tersine döner. Yeniden onlara karşı toplum çapında bir saygı uyanır. Yeniden herkes annesine, babasına, yuvasına, eşine ve çocuklarına sahip çıkar da bize mahsus cennet köşesi mesabesindeki yuvalar teessüs eder.

Huzur Evinde Huzur Yok
En çok üzüldüğüm şeyler de şimdilerde "huzurevi" dedikleri yerler. Bu isim de esas aldatmaca bir isimdir. Oraya evlatları, torunları ya da yakınları tarafından terk edilmiş derbederlerin başlarını soktuğu yuva, manasına dar'ul metrukîn demek daha uygundur. Huzur, bir insanın bulunduğu atmosferden zevk duyması, hazz-ı manevi içinde bulunması, hayatı tebessümle karşılaması, onu tebessüm ettirecek hadiselerin çevresinde cereyan etmesi ise bu evlere nasıl huzurevi denebilir? Orada kalanlardan biri "Üç bayram oldu, dört bayram oldu benim çocuklarım bana gelmedi." deyip hıçkıra hıçkıra ağlıyorsa burası huzur evi mi olur? Eğer dilimizi bedduaya alıştırmış olsaydık bu durum karşısında, "Böyle bir toplum yerin dibine batsın her şeyiyle." dememiz gerekirdi. Fakat tel'ine, bedduaya âmin dememeye, tel'in ve bedduada bulunmamaya yemin ettiğimiz için demeyeceğiz onu. Allah bu canavar ruhları ıslah buyursun.

Hakikaten anne, baba ve büyükler bugün terk edilmişlerdir. Ve bu fena ahlak yaygındır. Gerçekten huzurevleri tesis etseniz, onlara denizlerin kenarlarında yalılar yapsanız, kayıklar indirseniz oradan, onlara denizin içinde yüzme imkânları da verseniz, evlatlarının, çevrelerindeki insanların soluklattığı o huzuru, o hazzı, o ruhani zevki onlara veremezsiniz. O açıdan da asıl mesele yeniden bizim yuvamızın tesisidir. Kendi yuvamızın, kendi düşüncemizin ihyasıdır. Yıkılmış o toplumun yeniden inşasıdır. Kendi ruh abidemizin ikamesidir. Bunu biz vicdanımızda azıcık duyuyorsak ben şahsen ona sevinirim. İhya etmek üzere, inşa emek üzere bir ba'su ba'de'l mevt gayreti başlamış demektir. Bir diriliş süreci başlamış demektir.

Keşke anam, babam hepsi benim yanımda burada olsaydı da yürüyememe gibi bir problemleri olduğunda onları sırtıma alıp yatacakları yere çıkarsaydım. Sonra yemek yiyecekleri zaman da tekrar sırtıma alıp yemek masasına götürseydim. Yemeklerini yedikten sonra da "Başka bir emriniz var mı, yapacağımız bir şey var mı" deseydim. "Yok evladım, Allah seni Firdevs'iyle sevindirsin." dedikten sonra da bir daha ellerini alıp öpseydim. Başıma koysaydım. "Bir emriniz olursa şayet, söylemeye çekiniyorsanız bana bir imada bulunun takla atarak gelirim." deme imkânım olsaydı. Yani birileri meseleye bu seviyeden yaklaşıyorsa ben bu vetirenin başladığına inanarak ümitleneceğim. Ama biz de vicdanımızda o yıkılışı, o harabiyetin, o tezelzülün acısını hâlâ duymuyorsak bir süre daha beklemek icab edecektir.

Ebeveynin hakkının üstünde hak olamaz. Onların hakları azizdir; Allah hakkından sonra gelir. Onlara mektup yazın, telefonla arayıp hallerini hatırlarını sorun, "Bir emriniz var mı, burada güzel hizmetler oluyor. Size öyle dua edenler var ki siz bu dualarla amudi olarak Allah'a yükselirsiniz." deyin. Gönüllerini alın, mutlu edin. İnkisar yaşamalarına meydan vermeyin. Hasretlerini bir de inkisarla derinleştirmeyin.
Özetle:
1-) Anne-babaya hürmet bir kere Allah'ın emridir. Ama maalesef bütün dünyada bu mesele yerle bir olmuştur. Anne-babaya hürmetsizlik bugünün en büyük problemlerindendir.
2-)İnşaallah yeniden onlara karşı toplum çapında bir saygı uyanır. Herkes annesine, babasına, eşine ve çocuklarına sahip çıkar da bize mahsus cennet köşesi mesabesindeki yuvalar teessüs eder.
3-)Ebeveynin hakları Allah hakkından sonra gelir. Onlara mektup yazın, telefonla arayıp hallerini hatırlarını sorun, gönüllerini alın, mutlu edin. İnkisar yaşamalarına meydan vermeyin.

Büyüklerin hepsinin, evlatlarının cıvıl cıvıl koşuştuğu bir atmosferde yaşama hakları vardır. Onları ondan mahrum edemezsiniz. Torunlarını görüp sevmek dedenin, nenenin en tabii hakkıdır. Onları o sevgiden mahrum edemezsiniz. Kaldırıp onları partal bir eşya gibi bir kenara atamazsınız. Fakat öyle bir sistem kurmuş öyle bir mimari geliştirmişiz ki, o binalar sahiplerinin başına yıkılsın diyesi geliyor insanın.
Oglun da seni atacak
Bediüzzaman, talebelerinden merhum Mustafa Çavuş'un, anne-babasına hürmetinden dolayı terakki ettiğini söylüyor. Eğer anne babaya saygı vesile-i terakki ise o herkes için söz konusudur. Herkesin terakkisi de onlara vefalı ve samimi davranmasına bağlıdır. Hiçbir şey demeseler bile hissiyatlarını çehrelerinden, işmizazlarından veya tebessümlerinden okuyarak emre amade olduğunu her zaman ifade edecek kadar saygılı olma, insanı amudi olarak Allah'a yükseltir. Böyle birinin öbür tarafta göreceği mükâfat da çok farklıdır.

Her şeyden evvel dinî emirlere ve disiplinlere saygı yıkıldığından dolayı anne-babaya da hürmetsizlik var. Ancak hayat burada bu perdenin kapanmasıyla bitmiyor. Meselenin öbür ucu var. Berzah var, mahşer var, köprü var, cennet var, cehennem var. Mü'min hayatını buna göre tanzim edecek ve büyüklerine saygı duyacak.

Burada bir menkıbe ile konuyu bağlamak istiyorum. Vaktiyle bir beldede, yaşlanmış ve çalışamaz hale gelmiş insanları bir sepete doldurup sepetle beraber uçurumdan yuvarlarlarmış. İşte yine bir gün bir adam babasını alıyor, sepetin içine koyarak yuvarlayacağı zirvenin başına çıkarıyor. Babası, "Oğlum, beni böyle de atabilirsin. Yazıktır, sepetin zayi olmasın. Nasıl olsa senin oğlun da o sepeti sana kullanacak." deyince o delikanlının kafasına dank ediyor. Yaptığından utanıyor ve babasını gerisin geriye evine götürüyor. O âdet-i menhuseyi de böylece bitiriyor.

Bu hikâyede olduğu gibi birisinin bir yerden başlayıp içimize girmiş modernite kılıflı bu Batı vebasına dur demesi lazım. Bir kere de Allah'ın izni ve inayetiyle bu dur diyenlerin sayısı çoğalırsa iş tersine dönebilir. Cahiliyede gerek bakamama endişesi gerekse ar sebebi olur korkusuyla kız çocuklarını diri diri gömenler vardı. Bu âdet gibi içki ve üryan yaşama öyle yaygındı ki, Kâbe'yi bile öyle tavaf ediyorlardı. Akla hayale gelmedik şeyler işleniyordu. Böyle bir toplum bir nefhada medeni ümmetlere imamlık yapabilecek kıvama gelmişti. Bu sebeple kesinlikle ümitsizliğe düşmemek ve sürekli gayret göstermek gerekiyor.
Kur'an'ı annemden öğrendim
Hocaefendi, merhume validelerini anlatıyorlar: Benim ilk Kur'an hocam validemdir. Kendi anlattığına göre bana dört yaşımda Kur'an okumayı öğretmiş. Bir ay içinde de hatmettiğimi söyler. Ben, hatmettiğimi hatırlamıyorum. Ancak bütün köylüye yemek verdiler. Birisi de bana 'Senin düğünün oluyor' dedi. O günden hatırımda kalan sadece bu hatıra var..

O devirde Kur'an okutmak yasak olduğu için annem beni gece yarısı uykudan kaldırır ve bana Kur'an öğretirmiş. Zaten bütün köyün kadın ve kızına Kur'an'ı validem öğretmişti. Babasından gelen bir terbiye ve Kur'an aşkı, o en sıkıntılı ve zor dönemlerde dahi validemin Kur'an öğretmesine mani olamamıştı. Esasen tek başına bir kadının, 15-20 kişinin sofraya oturduğu bir evin bütün işlerini yaptıktan sonra bir de Kur'an öğretmeye vakit bulabilmesi, beni her zaman hayrette bırakmıştır. Hem o günkü kadına ait işler, sadece ev işleriyle de sınırlı değildir. Davarların sağımını yaptığı gibi, kadınlar tarla ve bahçede de çalışırlardı. İşte bir taraftan ceberut bir idarenin baskısı, diğer taraftan kendine ait yapması gereken zor işler; buna rağmen gündüz boş vakitlerinde köyün kadın ve kızına geceleri de bana Kur'an öğretmek, hakikaten şaşılacak bir gayret ve çalışma örneğidir..

Annemin bu örnek davranışı, Kur'an öğretmekteki hassasiyet ve aşkı, ibadetindeki kusursuzluğu ve hayatını hep ızdıraplı geçirmesi çocukluk ihsaslarımla o gün anlamamış olsam dahi bugün çok iyi anlıyorum ki bana tesir eden en mühim hususlardandır.

Ben bildim bileli annemin hayatı çileli geçmiştir. Bir kere, onun bel ve ayaklarının ağrımadığı hiçbir devreyi ben hatırlamıyorum. Ayrıca birçok ağır hastalık geçirmiştir. Bütün bunların yanında bakım ve görümünü yapması gereken, hayatta kalmış sekiz çocuğun anasıydı.

Hele Alvar köyüne gidince annem tamamen yalnız kalmıştı. Büyükannem ablamı yanında alıkoyduğu için ev işlerinde ona yardım etme yükü bana düşmüştü. Çünkü evin en büyüğü bendim. Yaşım dokuz veya ondu. Bir taraftan hıfzımı tamamlıyor, diğer taraftan da anneme yardım ediyordum. Hamur yoğurur, yemek yapar, bulaşık ve çamaşır yıkamada yardımcı olurdum. Tabii ki yine de anneme düşen çok iş kalırdı. Bu arada koyun ve ineklerin sağımını da o yapıyordu. Velhasıl anamın hayatı bütünüyle çileydi. İşte bütün bunlara rağmen bizlerin yetişmesi için de amansız mücadele vermişti.
Haftanın Duası
Ey ruhlar gibi ince, melekler kadar mâsum ve gökler kadar derin, yüce ve değerli varlık! Senin ününün bestesi tâ meleklerin oturup kalktığı yerlerde duyulmakta, hayatının şarkısı cennet yamaçlarında yankılanmaktadır. Sen her zaman duygu kancalarının ucu ciğerinde, din cevherinin gerdanlığı da boynunda yaşadın! Biz hepimiz senin kölelerin, sen ise şefkat, vefâ ve samimiyet ağıyla bizleri avlayıp esir eden taçsız bir sultansın! Allah, kıyâmet sabahında seni Zâtının ışıklarıyla aydınlatsın! Geleceğin, cennetin cuma yamaçları gibi neşeli ve
vuslatın da kutlu olsun!

Sözün Özü
Anne-baba, insanın en başta hürmet edeceği kudsî iki varlıktır. İnsan, peder ve vâlidesine karşı hürmeti nispetinde Yaratıcısına karşı da hürmetkâr sayılır. Onlara hürmeti olmayanın, Allah'a (cc) da hürmet ve saygısı yoktur. Onları hırpalayan, er-geç hırpalanmaya maruz kalır. Ebeveynin kadrini bilip onları Hakk'ın rahmetine ulaşmaya vesile sayanlar, bu dünyada da, öteler ötesinde de en talihlilerdendir. Onların varlıklarını istiskal edip, hayatlarına karşı bıkkınlık gösterenler ise sürüm sürüm olmaya namzet bir kısım uğursuzlardır.
düşünmek taraf olmaktır..

Cevapla

“İSLAMİYETİ YAŞAYIŞ ve DİNİ KONULAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİZ” sayfasına dön