TOKAT İLİNİN YETİŞDİRDİĞİ ÖNEMLİ ŞAHSİYETLER(VELİLER,KUMANDANLAR,ŞAİRLER)

Geçmişini bilmeyen geleceğini yönlendiremez. Geçmişimiz hakkında bilmediklerimizi bu başlık altından öğreceneğiz. Ceddimiz, pehlivanlarımız, şehitlerimiz, gazilerimiz...
Cevapla
zafer.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 287
Kayıt: Prş Oca 24, 2008 9:54 am
Konum: İstanbul

TOKAT İLİNİN YETİŞDİRDİĞİ ÖNEMLİ ŞAHSİYETLER(VELİLER,KUMANDANLAR,ŞAİRLER)

Mesaj gönderen zafer.sahin » Cmt Şub 16, 2008 12:36 pm

MEHMED EMİN TOKADİ HZ.
Resim

Mehmet Emin Tokadi Hz.’leri

1664’de Tokat’ta doğdu. 1698’de İstanbul’a geldi. İlim ve irfanı İstanbul’da Şeyhülislam Mirzazade Mehmet Efendi’den, Tasavvufu Mekke’de Ahmet Yekdest Cüryani’den, Hadis ilmini Ahmet Nahli’den, Hat sanatını, Yedikule’li Abdullah Efendi’den aldı.

Uzun süre Şehzade camiinde dersler verdi. Eyüp-el Ensari’nin türbedarı oldu. Ravza-ı Mutahhara’nın mihmandarı oldu.

Ehli ilim ve irfandı. Ehli sohbetti. Ehli tasavvuftu.

Memleketin manevi has mimarlarındandır. Unkapanı Zeyrek Yokuşu’ndaki Piri Paşa Medresesinin avlusunda 1745’de medfundur.)Mekke'de İmam-ı Rabbani Hz.'nin oğlunun talebesine (Ahmet Yekdes Cüryani Hz.) talebe olmuştur. 3 sene sonunda hocası artık İstanbul'a gitmesini istemiştir. Kendisinden son bir arzusunun olup olmadığını sormuştur. Mehmet Emin Tokadi Hz.'de hocasından dua istemiştir:

"Benim vefatımdan sonra kabrime gelip bir fatiha okuyanın vücudu cehennem ateşinde yanmasın."

Bu dua isteği karşısında hocasına şu hadiseyi hatırlatmıştır :
"Birgün Resulallah Efendimiz (s.a.v.) 'in yanına Cebrail (a.s.) gelir. 'Ya Resulallah Ebu bekir'in (r.a.) 1 saatlik ibadeti 70 senelik ibadet hükmüne geçer' dedi. Resulallah Efendimiz (s.a.v.) hemen Ebu bekir (r.a.) Efendimizi çağırdı. Geldiklerinde 'Evde ne yapıyordun?' diye sordu. Ebu Bekir Sıddık (r.a.) şöyle cevap verdi. 'Ey Allah'ın Rasulu. Hatırıma şöyle şu gelmişti. Hakk Teala cenntei ve cehennemi yarattı. Her ikisinide dolduracağını takdir etti. Ya Resul Allah bende evde Hakk Teala'dan vücudumu cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını diledim.'"

Hocası kendisine şunları söyledi :" Vasiyet etki vefatından sonra kabrini kolay bulunacak bir yere yapmasınlar. Virane bir yere defnetsinler. Kimse bilmesin. Ancak, nasibi olanlar gelip bulsun, dua etsinler.



TOKAT'TAN ÇIKMIŞ BÜYÜK İNSANLAR -1-

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Cmt Şub 16, 2008 10:41 pm

Gazi Osman Paşa;

Gazi Osman Paşa, Tokat'ta doğdu. Asıl adı Osman Nuri'dir. Babası, İstanbul kereste gümrüğünde katip olan Mehmed Efendi, annesi Şakire Hatun'dur. Ailenin tek erkek çocuğu olan Osman Nuri, henüz yedi sekiz yaşlarında iken ailesiyle birlikte İstanbul'a babasının yanına gitti. Sırasıyla Askeri Rüştiye, Askeri İdadi ve Mekteb-i Harbiyye okullarını bitirdi. Çeşitli görevlerde bulunan Gazi Osman Paşa, 1859 yılında Osmanlı Devleti'nin nüfus sayımı ile kadastro usulünde haritasının çizilmesinin kararlaştırılması ve bu arada Bursa ilinden başlanması üzerine bu göreve askeri temsilci olarak tayin edildi. 1866'da Girit'te baş gösteren Rum isyanı dolayısıyla buraya yollandı.

Birçok askeri başarı elde etmiş olan Gazi Osman Paşa, asıl şöhretini Sırp prensi Milan'ın 2 Temmuz 1876'da Osmanlı Devletine savaş ilan etmesi esnasında, Rus generallerinin kumanda ettiği Sırp ordusunu bozguna uğratması ile elde etti. 1877-78 Osmanlı Rus savaşları sırasında Plevne'yi başarı ile savundu ve bu savaş sonunda kendisine "gazilik" ünvanı verildi. Askeri şahsiyeti yanında siyasi faaliyetlerde de bulundu. İstanbul'daki dini grupların birleşmesini sağladı. Sarayda bulunduğu süre içinde dış politika konularında Sultan İkinci Abdülhamid'i etkilemeye çalıştı. Gazi Osman Paşa, 4-5 Nisan 1900 yılında, Cuma günü vefat etti ve Fatih Sultan Mehmed türbesi yanına gömüldü.
Gazi Osman Paşa, iyi dercede Arapça, biraz da Farsça ve Fransızca biliyordu. Ferik Neşet Paşa'nın kız kardeşi Zatıgül Hanımla evlendi. Sultan İkinci Abdülhamid kendisini çok takdir ettiği için iki kızını, Gazi Osman Paşa'nın iki oğlu ile evlendirmiştir.

zafer.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 287
Kayıt: Prş Oca 24, 2008 9:54 am
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen zafer.sahin » Pzt Şub 18, 2008 9:19 am

EBUBEKİR KANİ
"Kırk yıllık kani olur mu yani"
Türk yazarı, Tokatta doğmuştur. Kırk yaşlarına kadar Tokatta yaşamış ve mizah yolunda yazılarıyla çevresinde tanınmıştır. Hekimoğlu Ali Paşanın Tokattan geçişi sırasında, kendisine sunduğu bir kasideyi beğenmesi üzerine Ebubekir Kaniyi, Trabzona götürmüştür. 1754 te sadrazam olduğu zaman onu da İstanbula getirmiştir ve Divani Hümayun kalemine yerleştirmiştir. Fakat Kani burada fazla kalmamış ve Silistre valisinin yanına gitmiştir. Bir aralık Bükreşte katiplik etmiştir. Burada bulunduğu sırada sevdiği Rumanyalı bir güzelin kendisine Hıristiyan olmasını teklif etmesi karşısında Kırk yıllık Kani olur mu Yani sözü bir özdeyiş gibi tekrarlanır. 1781 yılında İstanbula gelmiş fakat herkesle eğlenen karakteri dolayısıla Limniye sürülmüştür.Ölümüne yakın bağışlanmış ve İstanbula dönmüştür.Birçok manzum ve mensur eserleri, mizah yolunda yazıları vardır.
TOKATTAN ÇIKMIŞ BÜYÜK İNSANLAR -2-
BİR YERDE KÜÇÜK İNSANLARIN GÖLGESİ OLUŞUYORSA ORDA GÜNEŞ BATIYOR DEMEKTİR.

zafer.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 287
Kayıt: Prş Oca 24, 2008 9:54 am
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen zafer.sahin » Pzt Şub 18, 2008 9:30 am

Resim
MOLLA LÜTFİ (FATİH SULTAN MEHMET'İN HOCASI)
Fatih’in ölümünden sonra da müsbet bilimlere gösterilen ilginin devam ettiği görülmektedir. Bu sırada da Sinan Paşa ve öğrencisi olan Tokatlı Molla Lütfi’nin matematik ve astronomi üzerine çalışmaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Gerçekten bu sırada Molla Lutfi, yüz kadar bilim dalının ad ve konularını gösteren El-Metalibu’l-İlahiye fi Mevzuati’l-Ulum adlı eserini yazmıştır. Ali Kuşçu’dan matemakitk dersleri almış olan Molla Lütfi’nin önemli sayılabilecek bir eseri deTaz’ifu’l-mezbah (Sunağın İki Katına Çıkarılması) adını taşımaktadır. Lutfi’nin bu eseri yazarken İzmirli Theon’un Delas adasında yapılan sunağın iki katına çıkarılmasına dair, Eflatun’dan öğrenmiş gibi yazdığı ünlü eserden ilham aldığı sanılmaktadır. Bilindiği üzere bu konu, bilim tarihinde Delos Problemi adıyla anılır. Sunağın iki katına çıkarılması meselesi de tanrının daha büyük bir sunağa ihitiyacı meselesi olmayıp,Yunanlıların matematiği ihmal ettiklerine bir işarettir. Theon,bu meselenin orta orantılı usulüyle çözümlenebileceğini anlatmıştır. Molla Lütfi de,adı geçen eserinde,önce çizgi ve karelerin kendileriyle çarpımı üzerinde durmuş,sonra küpün ikileştirilmesinin,yanına yeni bir küp eklemek olmadığını aksine bunu sekiz defa büyütmek olduğunu açıklamıştır.Lutfi,bu vesile ile ünlü Kadızade’nin Eşkalu’t-Tessi adlı eserine yazılan Ebu’l-Fetih hasiyesinden başlayarak, birçok eserde sözü edilen “geometnri bilmeyen kadının yargıda yanlışlık yaptığı yolundaki düşünceyi de tekrarlamıştır. Bilindiği üzere bu düşünce,daha sonraları, başka eserlerde de tekrar edilecektir..Kaynaklar, Lütfi’nin keskin zekalı, keskin dilli, bilimin bir çok dalında bilginlik derecesine ulaşmış,söz söylemekte ve hazır cevaplılıkta üstün yetenekli,geleneksel bilimlerin yanında akılcı bilimlere de ayrı bir önem veren, bilgisiötürü de halka arasında Deli Lütfi diye de ün kazanmış olan bu bilginin, aynı zamanda keskin hekim olduğu anlaşılmaktadır. Anımsanacağı gibi, hocası Sinan Paşa, Fatih zamanında 1470 yılında vezirliğe yükseltilmiş,o yıl,Sahn-ı Seman’da ve Şeyh Vefa zaviyesinde müderrislik yapan Lütfi de hocası sayesinde Fatih’in saray kütüphanecisi (Hafız-ı kütüp) olmuştu. Daha sonra hocası gözden düştü, Müdderris olarak Sivrihisar’a sürüldü,öğrencisi Lütfi de kendisiyle birlikte gelmişti.

2. Bayezid’in hükümdar olmasından sonra hocası ile birlikte İstanbul’a dönmüş,önce Bursa, sonra Edirne ve nihayet Fatih medreselerine müderris atanmıştı. Bu son atama, eskiden beri eserlerini eleştirerek rahatsız ettiği zamanın bilginlerinden İbrahim Hatipzade’nin kıskançlığını kabarttı. Samimi bir müslüman olan, ancak derslerinde dinin daha ziyade vicdani ve ruhi(s: 249) yönlerine önem veren Molla Lütfi ’nin dinsizliği iddiası ortaya atıldı. Bir meclis huzurunda muhakeme edilerek bazı üyelerin karşı oyuna rağmen, Hatipzade’nin fetvasıyla öldürülmesine karar verildi. Molla Lütfi'ye isnat edilen suçların neler olduğu, bir taraftan Molla Ahaveyn adı ile ünlü Muhyidden Mehmed’in Ahkamu’z-Zındık adlı eserinden, öte yandan Molla Lütfi’nin karısını amcası olan Ahmet Paşa’nın yazdığı iki şikayet mektubundan anlaşılmaktadır. Molla Ahaveyn’in eserinde belirtildiğine göre,felsefi bir takım görüşlere kapılan ve gurura saplanan Molla Lütfi, şeriat kurallarına saldırmış, çevresine öğrencileri,cahil ve heveslerine düşkün kimseleri toplamış,onların çoğunu hemen hemen inkara ulaştırmış, sapkınlığı kesin bir kimseydi. Ancak bu iddialara öteki kaynaklarda rastlayamıyoruz. Öteki kaynaklar ise onun eleştiri ve taşlamalarında herhangi bir ayırımı yapmaksızın bilim adamlarını, vezirleri ve beyleri hedef aldığını ve onların Molla Lütfi’yi bir bahane ile yok etme konusunda birleştiklerini, İzari Çelebi ile olan tartışmasından sonra ise Sultan 2. Bayezid’in ona duyduğu kırgınlığı fırsat bilerek ünül Hadis dersi olayını düzenlettirdikleri konusunda birleşmektedirler. Ahmet Paşa’nın mektuplarından anlaşıldığına göre de Molla Lütfi, Sinan Paşa’nın ölümünden sonra, onun vakfiyesini ve vasiyetini saklamış, daha sonra bir adamı vasıtasıyla Sinan Paşa’nın mühür yüzüğünü çaldırmış, bir yolunu bularak kendisin Sinan Paşa’nın vakfına mütevelli tayin ettirmiştir. Mektuplarda belirtildiğine göre,molla Lütfi, bu arada, sinan Paşa’nın terekesindeki kıymetli kitapları,başkalarından çaldığı kıymetsiz kitaplarla değiştirmiştir. Bu yaptığını örtbas etmek için, değiştirdiği kitapların yerine koyduğu kıymetsiz kitapları satmaya çalışmış, bazılarını da satmıştır. Ahmet Paşa ile Molla Lütfi arasında çıkan sürtüşmenin giderilmesi için Molla Kestelli tayin edilmiş, o da yaptığı soruşturmasının sonuçlarını bir rapor halinde padişaha sunmuştur. Molla Kestelli,Ahmet Paşa’yı haklı gösteren bir “arz-name” hazırladığı gibi, dönemin bilginlerinden bazıları da Ahmet Paşa lehinde fetvalar vermişlerdir. Ahmet Paşa, yazdığı bu iki mektupta “arzname” ve fetvalara uyularak Molla Lütfi’nin siyasetle cezalandırılmasını istemektedir.Yaratılan bu hava sonunda tutuklanan molla Lütfi,kazaskerler tarafından yargılandı. Ancak yargılama sonunda kazaskerlerin bir hükme varamadıkları analaşılmaktadır. Molla Lütfi hakkındaki ölüm hükmü Hatipzade’nin baskısıyla Divan’daki ikinci toplantıda uzun tartışmalardan sonra alınabilmiştir. Böyle bir sonuca varılmasında vezirlerin de etki ve desteği olmuştur. Divanın bu hükmü (s: 250) padişah tarafından da onaylanınca Molla Lütfi , 24 Aralık 1494 tarihinde Sultan Ahmet Meydanında idam edildi. Mahkemesi sırasındaki savunmaları ve haksız yere öldürülmesi, halkın üzüntüsüne sebep olmuş;şairler ölümüne tarih düşmüşlerdir. Cereyan tarzı ve savunmaları bakımından bir dereceye kadar Sokrat trajedisini andıran bu olay, A.Adıvar’ın da dediği gibi Osmanlı Türkiyesinde bilim ve düşünce adına uğranılan ilk felaket olsa gerektir.

TOKAT'TAN ÇIKMIŞ BÜYÜK İNSANLAR -3-

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Pzt Şub 18, 2008 2:39 pm

İBNİ KEMAL;

İBNİ KEMAL 1468 Tokat doğumludur. XV yüzyılın büyük alimlerinden olup, asıl adı Şemsettin’dir. Ahmet Bin Kemal Paşazade Süleyman Bey’in oğludur. İlk defa Edirne’de Taşlık medresesine Üsküp’te İshak Paşa yine Edirne’de halebi üç şerefli semaniye Sultan medreselerine müderris olmuştur. Müderrislikten kadılığa geçmiştir. 300’e yakın eseri bulunan bir alimdir. 1553 yılında vefat etmiştir. Mahmut Çelebi zaviyesine defnedilmiştir.

zafer.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 287
Kayıt: Prş Oca 24, 2008 9:54 am
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen zafer.sahin » Pzt Şub 18, 2008 2:55 pm

YAVUZ SULTAN SELİMHAN VE İBN-İ KEMAL

YAVUZ SULTAN SELİMHAN bir gün seferden dönerken Şeyhülislam ibn-i Kemal'in atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz'un kaftanına sıçrar. Şeyhülislam korkarak padişaha yönelir. Yavuz Sultan Selim Han ise hocamızın ayağından sıçrayan çamur bizim için medar-ı iftihardır. Diyerek bu çamurlu kaftanın kabrinin üzerinde sergilenmesini ister. Bu kaftan hala Yavuz Sultan Selim'in sandukası üzerindedir.

TOKAT'TAN ÇIKMIŞ BÜYÜK İNSANLAR-4-
BİR YERDE KÜÇÜK İNSANLARIN GÖLGESİ OLUŞUYORSA ORDA GÜNEŞ BATIYOR DEMEKTİR.

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Pzt Şub 18, 2008 3:00 pm

HEKİM MUSTAFA;

HEKİM MUSTAFA: 1765 (Tıp bilgini) Sultan II. Mustafa döneminin ünlü tıp bilgini Hekim Mustafa, İbn-i Sina’nın ‘Kanun’ adlı eserini 5 yıl uğraşarak Türkçe’ye çevirmiştir. O çağlara kadar yapılmamış bu önemli olay için doktor Adnan Adıvar ‘Osmanlı Türklerinde İlim’ sayfa 168’de şöyle diyor. ‘Metinde anlaşılması güç olan yerler, şarihi ulema namı ile maruf olan kutbinin şirazinin şerhinden istifade olunarak izah edilmiştir... Herhalde, bu devre kadar gelen Osmanlı Türk hekimlerinden Arapça bilenlerin tıbba dair neşrettikleri eserlerin ekserisi, sadece kanunu hülasası iken Tokatlı Mustafa Efendinin asıl ana eseri dilimize çevirmeye teşebbüsü takdire, asırlarca Türk-Osmanlı tababetine hakim olan bu eserin ancak modern tıbbın memlekete girmesinden pek az evvel tercüme edilmiş olmasında teessüfe layıktır.

HOCAM TEŞEKKÜRLER.

zafer.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 287
Kayıt: Prş Oca 24, 2008 9:54 am
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen zafer.sahin » Pzt Şub 18, 2008 3:15 pm

MOLLA HÜSREV (FATİH SULTAN MEHMET'İN HOCASI)


Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, üçüncü Osmanlı şeyhulislâmı ve velî. İsmi, Muhammed bin Feramuz (Feramerz)'dir. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası, bir Fransız subayı iken müslüman olmuştur. Kızını Osmanlı emîrlerinden Hüsrev adında bir zâta verdi. Babasının genç yaşta ölmesi üzerine, eniştesi Hüsrev Beyin yanında kaldı ve büyüdü. Bu sebeple Hüsrev kayını diye çağırılırdı. Daha sonra kayını kelimesi kaldırılarak, Molla Hüsrev adıyla meşhûr oldu.

Burhâneddîn Haydar Hirevî ve zamânının diğer âlimlerinden ilim tahsîl etti. Tahsîlini tamamladıktan sonra Edirne'de ŞÃ¢h Melik Medresesinde ve sonra da kardeşinin vefâtıyla boşalan Çelebî Medresesinde müderrislik yaptı. Sultan İkinci Murâd Hân devrinde Varna Savaşından önce, 1429 (H.832) senesinde Kadıaskerliğe tâyin edildi. Molla Hüsrev, Fâtih Sultan Mehmed Hân tahta geçince de bu göreve devâm etti. Memleketi iç ve dışta huzûra kavuşturduktan sonra, Sultanİkinci Murâd Hân tahttan çekilmiş, yerine oğlu SultanMehmed'i oturtmuştu. Ancak düşmanlar, Sultanı çocuk yaşta görüp, birtakım huzursuzluklar çıkarmak istediler. Bunun üzerine İkinci Murâd tekrar tahta geçti ve Sultan Mehmed'i Manisa'ya gönderdi. İlim adamlarından çoğu, birer bahâne ileri sürerek, Manisa'ya gitmek istemediler. Molla Hüsrev, kâdıaskerlikten istifâ ederek, Şehzâde ile birlikte Manisa'ya gitmeye karar verdi. Şehzâde, onun bu kararını duyunca; "Vazifenize devâm edin, zîrâ memleketin size ihtiyâcı var." dediyse de, Molla Hüsrev hazretleri; "Manisa'ya giderken sizi yalnız bırakmam uygun olmaz, müsâade buyurun geleyim." diyerek samîmiyetini bildirdi ve birlikte Manisa'ya gitti. Şehzâde Mehmed bu muhterem âlimden çok faydalandı ve ondan bir kısım ilimleri tahsîl etti.

Fâtih Sultan Mehmed Hân tekrar tahta geçince, o da İstanbul'a geldi. İstanbul'da Galata ve Üsküdar kâdılıklarına tâyin edildi. Bu arada Ayasofya müderrisliğini de yürüttü. Bir ara Bursa'ya gidip bir medrese kurarak ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından İstanbul'a dâvet edilerek, 1460 (H.865) de şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Molla Hüsrev, yirmi sene, adâlet ve hakkâniyetle şeyhülislâmlık vazifesini yürüttü.

Fâtih Sultan Mehmed Hân, Molla Hüsrev'i çok takdîr ederdi. Molla Hüsrev'den söz ettiği zaman; "Zamânımızın Ebû Hanîfe'sidir." diyerek, teveccüh ve sevgisini belirtirdi. Bir defâsında bir düğün yemeğinde, hocası Molla Gürânî'yi sağ yanına, Molla Hüsrev'i sol yanına alarak oturmak sûretiyle iltifâtta bulunmuştu.

Molla Hüsrev; orta boylu, gür sakallı, kıymetli elbise giyen, başında küçük bir sarığı olan, heybetli, tevâzu sâhibi bir zât idi. Güzel ahlâk sâhibi, vakûr, yüksek ilmiyle İslâm dînine uymakta gayretli ve titiz idi. Bu sebeple, halkın ve devlet adamlarının sevgisini ve hayranlığını kazanmıştır. Medresede derse gideceği zaman talebeleri onun evinin önünde toplanır, saygı ve tâzimle onu medreseye götürür, yine o şekilde evine getirirlerdi. Büyük âlim, yalnızlığı ve kendi işini kendisi görmeyi severdi. Konağında birçok hizmetçiler olduğu hâlde, Molla Hüsrev hiçbirini kendi hizmetinde kullanmaz, odasını kendisi süpürür, lâmbasını kendisi yakardı.

Molla Hüsrev, birçok talebe yetiştirmiş kıymetli bir fıkıh âlimi olduğu gibi, bir şÃ¢ir olarak da tanınmıştır. Molla Hüsrev, önceki âlimlerin kitaplarından her gün iki yaprak yazmayı âdet hâline getirmişti. Vefât ettiği zaman geriye bıraktığı terekesinde kendi el yazılarıyla yazılmış pekçok nefîs eserler çıkmıştır. Molla Hüsrev 1480 (H.885) senesinde İstanbul'da vefât etti. Namazı Fâtih Câmiinde kılındıktan sonra Bursa'ya götürülüp, Emir Sultan'ın kabrinin doğusunda kendi yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. Mezar taşında; (Menbâ-ı İlmühüner, Vâris-i ulûmü Hayr-il-beşer, Fazlı mürşÃ®di eser, Sâhib-üd-Dürer vel-Gurer Mevlânâ Muhammed Hüsrev) kitâbesi vardır.


TOKAT'TAN ÇIKMIŞ BÜYÜK İNSANLAR -5-

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Pzt Şub 18, 2008 5:20 pm

TAHİR EFENDİ;

TAHİR EFENDİ: 1837 (Şeyhülislam-Alim) 1825’te II. Mahmut’un Şeyhülislamı olan kadızade Tahir Efendi ‘Vakayı Hayriye’ olarak geçen yeniçeri ıslaha hareketleri döneminde çok önemli hizmetler yapmıştır. Yüksek ilim ve irfan sahibi olan bu zat, II. Mahmut ve Şeyhülislamı Mekkizade Asım Efendinin yeniçeri isyanları karşısında çaresiz kalmaları üzerine göreve getirilmiş ve dirayetli tutumu, bilgisi ve ileri görüşlülükle yazdığı bir seri fetvalarla düzeni sağlamıştır. Eyüp Sultan mezarlığında yatan mutasavvuf, Alim Tahir Efendinin ‘Risale’ kitapları ünlüdür.

zafer.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 287
Kayıt: Prş Oca 24, 2008 9:54 am
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen zafer.sahin » Sal Şub 19, 2008 9:15 am

Son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi

Devlet-i Âli Osmaniye’nin son devir Şeyhülislamlarından olan Mustafa Sabri Efendi 1869 yılında Tokat’ta doğmuştur. Aynı zamanda siyasetle de ilgilenen Sabri Efendi’nin babası Ahmet Efendi’dir.

Tokat’ta başladığı öğrenimini Kayseri ve İstanbul’da tamamlayarak müderris oldu. Fatih camiinde ders verdi. 16 yıl boyunca sarayda padişahın huzurunda verilen huzur derslerine katıldı. II. Abdülhamid’in kütüphaneciliğini yaptı. II. Meşrutiyetin ilanından sonra Tokat mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a girdi.

O zamanki meşhur Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin yayın organı olan Beyanü’l Hak dergisinin başyazarlığını üstlendi. İttihat ve Terakki Cemiyetini kıyasıya eleştirirken bir taraftan da boş durmayarak muhtelif etkinliklerde bulunuyordu. Ahali Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Cemiyet-i İttihadiye-i İslamiye’nin bizzat kurucuları arasında yer aldı.

İttihad ve Terakki’nin yönetimi ele geçirmesinden ve arkasından Babıali baskınının meydana gelmesinden mütevellit yurt dışına kaçarak Romanya’ya yerleşti. I. Dünya savaşı sırasında Osmanlı ordularının Romanya’ya girmesinin ardından Türkiye’ye getirilerek Bursa’da zorunlu ikamete tabi tutuldu.

1918’den sonra yeniden siyasî hareketlerin ve fikir hayatının içine girdi. Daru’l Hikmeti’l İslamiye üyesi oldu. I. Damat Ferit Paşa kabinesinde şeyhülislamlığa getirildi. Sadrazam vekilliği de yapan Mustafa Sabri aynı yıl kabinenin düşmesi üzerine Âyan (senato) azalığına atandı. Cemiyet-i Müderrisîn’in birinci reisliğini yaptı. Buradaki mesai arkadaşları; Mustafa Saffet, İskilipli Mehmet Atıf ve Bediuzzaman Said Nursî idi.

İkinci kez kurulan Damad Ferid Paşa kabinesinde tekrar Şeyhülislamlığa getirilen Sabri Efendi, sadrazam olmak için her ne kadar bazı teşebbüslerde bulundu ise de bu gerçekleşmedi.

Sevr Anlaşmasının şartlarını görüşmek üzere Sultan Vahdeddin’in topladığı Şuray-ı Saltanata katıldı. Bu anlaşma konusunda Mustafa Sabri Efendi konjonktür gereği imzalanmasının gerekliliği konusunda müsbet kanaat belirttiği ifade edilmektedir. Ayrıca kabine toplantısında Anadolu’daki Milli harekete karşı sert tedbirler alınmasını savundu. Görüşleri benimsenmemesi üzerine görevinden istifa ederek; Mutedil Hürriyet ve İtilaf Fırkası kuruculuğunu yaptı.

1922 yılında Türkiye’den 2. defa kaçmak zorunda kalan son şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, önce Romanya’ya giderek Şehzade Nizamettin Efendi’nin etrafında yer aldı. Burada “Yarın” isimli bir gazete çıkartarak Ankara Hükümeti aleyhine yazılar yazdı. Buradan Hicaz’a, oradan da Kahire’ye geçti. Yaşamının bundan sonraki bölümünü Kahire’deki El Ezher Üniversitesinde ders vererek ve yazı yazarak geçirdi. Bu arada oğlu İbrahim’le beraber “150”likler(*) arasına alındı.(1)
Resim

TOKAT İLİNDEN ÇIKMIŞ BÜYÜK İNSANLAR -6-
BİR YERDE KÜÇÜK İNSANLARIN GÖLGESİ OLUŞUYORSA ORDA GÜNEŞ BATIYOR DEMEKTİR.

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Sal Şub 19, 2008 2:12 pm

MEHMET MUHİTTİN;
MEHMET MUHİTTİN: 1489 (Matematikçi- Din adamı) Niksarlı olan bu adam din konularının yanı sıra devrin önde gelen matematikçisidir. II. Beyazıt Mehmet Muhittin’i İstanbul’a davet etmiştir. Vaizler verdirmiş ve öğrenci yetiştirmesini istemiştir.

zafer.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 287
Kayıt: Prş Oca 24, 2008 9:54 am
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen zafer.sahin » Sal Şub 19, 2008 2:48 pm

AŞIK NURİ: (Mahmut) 1893 Büyük saz şairi Emrah’ın ‘Nuri’ mahlasını taktığı şair Mahmut’un içli ve kudretli terennümü vardır. ‘Divan’ını maalesef bulamadığımız Aşık Nuri gibi büyük saz şairimizi birkaç kelime ile anlatmak mümkün değildir. Yöremizde yetişmiş pek çok şair ve aşık arasında, Şair Ceyhuni, Niksarlı Bedri, çok güzel sesi olan Derviş Ahmet gibi ülkemize gönül vermiş aşıklarımız bunlardan sadece birkaçıdır.

TOKATTAN ÇIKMIŞ BÜYÜK İNSANLAR-7-

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Sal Şub 19, 2008 5:00 pm

Prof.Dr.MEHMET ÖZDEMİR;

Doğum Yeri ve Tarihi: Tokat-Reşadiye-Demircili-1957

Lisans: 1982

Yüksek Lisans:

Doktora: 1989

Yardımcı Doçent: 1991

Doçent: 1993

Profesor: 2001

Medeni Durum: Evli

Bildiği Yabancı Diller: Arapça, İngilizce, İspanyolca


Uzmanlık Alanları

Yurtiçi Görevler:

Dekan Yardımcılığı, Fakülte Kurulu ve Fakülte Yönetim Kurulu üyelikleri

Yurtdışı Görevler:

Mısır – 9 ay
İspanya – 1 yı

Kullandığı Burslar:

Milli Eğitim Bakanlığı Kültürel Değişim Bursları (iki kez

Aldığı Ödüller:

Üye Olduğu Bilimsel ve Mesleki Kuruluşlar


Editör veya Yayın Kurulu Üyelikleri:

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Editörler Kurulu üyeliği
Dini Araştırmalar Dergisi Danışmanlar Kurulu Üyeliği
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
İSTEM Dergisi

Yurt İçi ve Yurt Dışında Yürüttüğü veya Yürütmekte Olduğu Projeler:

Verdiği Lisans Dersleri:

İLA105 - İslam Tarihi I
İLÖ414 - Siyasi Coğrafya


Verdiği Yüksek Lisans Dersleri:

1 Hz.Muhammed’in Hayatı
2 Mağrip ve Endülüs Siyasî Tarihi
3 İslâm Tarihi Metodolojisi

Verdiği Doktora Dersleri:

1 Siyer ve Kaynakları
2 İslâmiyet’in Yayılış Tarihi
3 Mağrip ve Endülüs Medeniyeti

Katıldığı Yurt İçi ve Yurt Dışı Bilimsel Toplantılar:

SEMPOZYUMLAR

1. “Endülüs’ün Yıkılış Süreci Üzerine Mülahazalar”, Endülüs Müslümanları Sempozyumu, Endülüs’ten İspanya, Ankara 1996, s. 25-48.
2. İbn Rüşd’ün Yaşadığı Dönemde Endülüs”, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesîbe Tıp Tarihi Enstitüsü İbn Rüşd Kongresi, Kayseri 15-16 Mart 1993.
3. “Endülüs’te Birlikte Yaşama Tecrübesi Üzerine Bazı Mülahazalar”, İslâm ve Demokrasi Kutlu Doğum Sempozyumu, Ankara 1998.
4. “Haçlı Savaşlarının Endülüs’te Birarada Yaşama Tecrübesi Üzerine Menfî Tesirleri”, Haçlı Seferleri ve XI. Asırdan Günümüze Haçlı Ruhu Semineri, 26-27 Mayıs 1997.
5. “Çok Kültürlü Avrupa İçin Elhamra Örneği”, Küreselleşme ve İslâm Dünyası Sempozyumu, İstanbul 2001.
6. “Siyer Yazıcılığındaki Değişim Üzerine”, Kutlu Doğum Sempozyumu, Ankara 2002.
7. “Dünden Bugüne Avrupa’da Müslüman İmajı ve Fiilî Neticeleri”, I. Milletlerarası Avrupa Türklüğü’nün Meseleleri ve Çözüm Yolları Sempozyumu, Ankara 20 Haziran 1998 (İslâmî Araştırmalar Dergisi’nde neşredilecektir).
8. “Vatanlarından Sürülen Müslümanlara Osmanlı Yardımı: Moriskolar Örneği”, YOYAV Osmanlılar Döneminde Yoksullukla Mücadele Yolunda Yapılan Çalışmalar Semineri, Ankara 13 Aralık 1999 (Baskıda).
9. “Kültürümüzde İnfak ve İsâr Kavramları”, YOYAV Yoksulluğun Fikrî ve Manevi Boyutları Sempozyumu, Ankara 2002, s.45-54.
10. “Tebliğ-Fetih İlişkisi”, TDV İslamın Güncel Sunumu Sempozyumu, Ankara 15-16 Mayıs 2003.
KONFERANSLAR
Alanıyla ilgili bir çok konferans vermiştir.

Yayımlanan Çalışmaları:

a) KİTAP
1. Endülüs Müslümanları (Siyasî Tarih), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1994.
2. Endülüs Müslümanları (Medeniyet Tarihi), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997.
3. Endülüs Müslümanları (İlim ve Kültür Tarihi), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997.
4. Endülüs’te İspanyol Mühtediler ve Siyasî Hareketleri, Ankara 2000.
Mağrib’de Muvahhidler Hareketinin Doğuşu, Ankara 2000.

b) MAKALELER
1. “Gayr-i Müslimlerin Dinî Hayatları Açısından Müslüman Fatihlerin Endülüs’teki Uygulamaları”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXXIII (1992), s. 203-238.
2. “Müvelledûnun Endülüs Emevileri Döneminde Kültürel Hayattaki Yeri”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXXIV (1993)-(Baskıda).
3. “İspanya Krallığı’nın XVI. Yüzyılda Endülüs Müslümanlarını Hıristiyanlaştırma Politikası”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXXV (1996), s. 243-284.
4. “Endülüs’ün Yıkılış Sürecinde Öne Çıkan Bazı Hususlar”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXXVI (1997), s. 233-254.
5. “IX. Yüzyıl Endülüs’ünde Zındıklık Suçlamaları”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXXVIII (1998), s. 195-224.
6. “Endülüs’te Bir Emevi Mehdisi”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXXIX (1999), s. 116-135.
7. “Osmanlı Endülüs Müslümanlarına Yardım Etmedi mi?”, İslâmî Araştırmalar, 12/3-4 (1999), s. 283-295.
8. “Acedemic Researches on Al-Andalus in Turkey”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XLI (2000), s. 91-98.
9. “Endülüs Tarihinden Kadın Kıyafetine Dair Bazı Tespitler”, İslâmiyât, IV/2 (2001), ss. 99-110.
10. “Hz.Peygamber’in Bazı Siyasî Uygulamalarının Ahlâkî Arkaplanı”, İslâmiyât, VI/1 (2003), ss. 15-30.
11. “Kurtuba’da İsyan” Kayıtlar, 21 (Temmuz 1992), s. 39-45.

Üzerinde Çalıştığı Konular:

1 Endülüs Tarihi (iki büyük cilt)
2 Moriskolar
3 Hz. Muhammed’in Uygulamalarında Siyaset-Ahlak İlişkisi
4 DİA için muhtelif maddelerin telifi
5 Muvahhidler Devleti (Kitap çalışması)

zafer.sahin
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 287
Kayıt: Prş Oca 24, 2008 9:54 am
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen zafer.sahin » Cmt Şub 23, 2008 8:52 pm

HACI IVAZ PAŞA

Tokat'ın Kazova Kazası'nda neşet eden Hacı İvaz Paşa, Osmanlı Devleti'nin ku­ruluşu aşamasında Anadolu'da cereyan eden siyasal ve sosyal olaylarda hayli etkin bir rol oynayan Ahilerden biri olan Ahi Bayezid b. İvaz ailesine mensuptur. Büyük bir ihtimal ile Çelebi Mehmed'in Amasya Sancak Beyliği esnasında timarlı sipahi olarak kendisine intisap eden Hacı İvaz Paşa, daha sonra bir ara Kazâbâd subaşılığı yapmış ve ardından 1402'de cereyan eden Ankara Savaşı'na katıldıktan sonra, Yıldı­rım Bayezid'in oğulları arasındaki mücadele sırasında Çelebi Mehmet taraftarı ola­rak Bursa subaşılığı veya muhafızlığıyla, Karamanoğlu Mehmed Bey'e karşı büyük bir dirayetle Bursa Kalesi'ni savunmuştur(1414). Bu başarısından dolayı önce Bursa valiliğine ardından vezirlik rütbesiyle merkeze alınmıştır. Düzmece Mustafa tara­fından Veziriâzam Bayezid Paşa'nın öldürülmesinden sonra, Çandarlı İbrahim ve­ziriâzamlığa ve İvaz Paşa da ikinci vezirliğe getirildi (1421). Ne var ki nüfuz rekabeti yüzünden Çandarlı İbrahim Paşa'yla arası açılan Hacı İvaz Paşa'nın Molla Fenari ile de arası açıktı. Padişaha suikast yapacağı ve tahtı gasbedeceği dedikoduları sebe­biyle II. Murad tarafından önce vezirlikten azledildi; ardından da gözlerine mil çektirilerek (1424) Edirne'den uzaklaştırılıp, Bursa'da mecburi ikamete tabi tu­tuldu. Bursa'da vuku bulan bir veba salgını esnasında kardeşleri Şeyh Şerafeddin Çerağ ve Hacı Hayreddin Hızır ile birlikte 20 Ağustos 1428 ( 9 Zi'l-ka'de 831)'de ve­fat etti. Bursa'nın Pınarbaşı Kabristanı'nın Kuzgunluk tarafına defnedildi.
BİR YERDE KÜÇÜK İNSANLARIN GÖLGESİ OLUŞUYORSA ORDA GÜNEŞ BATIYOR DEMEKTİR.

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Pzt Şub 25, 2008 4:37 am

Cahit KÜLEBİ;

CAHİT KÜLEBİ 1917 yılında Zile’nin Çeltek Köyünde doğan Cahit KÜLEBİ, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirmiş ve Milli Eğitim Bakanlığının çeşitli kademelerinde görev yapmıştır. Süt, Rüzgar, Atatürk Kurtuluş Şavaşı’nda, Adamın Biri, Yeşeren Otlar isimli kitaplarını “Şiirler” adı altında tek bir kitapta toplamıştır.

Kullanıcı avatarı
HACI.OMER.SAHIN
Kayıtlı Üye
Kayıtlı Üye
Mesajlar: 257
Kayıt: Pzr Şub 24, 2008 10:41 pm
Konum: Türkiye

Mesaj gönderen HACI.OMER.SAHIN » Pzt Şub 25, 2008 2:43 pm

Tarihimiz boyunca sayısız kumandanlarımız askerî sahada hizmet ifâ etmişler, bilhassa savaş meydanlarında gösterdikleri maharet, cesaret ve şecaatle bütün dünyanın takdirle alkışladığı zaferlerin kazanılmasında faal roy oynamışlar; tarihimizde pek çok destanların yer almasında mühim vazife görmüşlerdir. Hepsi, ebediyen rahmetle, şükranla yâdedilecektir...
Gazi Osman Paşa da, tarihlere altın harflerle geçen Plevne müdafaası kumandanı olarak gönüllere taht kuran kumandanlarımızdandır.

Osman Paşa'yı henüz tahsil devresini tamamlamadan harp meydanlarında görmekteyiz... Bu meydanda kahraman askerlerimize serdarlık ederek, düşmanlara unutamayacakları şamarlar indirmiş bir kumandandır.

Osman Paşa 1832 yılında Tokat'ta doğmuştur. Askerliğe olan merak ve hevesi üzerine, Beşiktaş'taki Askerî Rüştiye'de ve Kuleli Askeri İdadisinde okumuştur. Daha sonra «Mekteb-i Erkân-ı Harbiyyeye» giren Osman Paşa, kurmaylık eğitimim tamamlamaya fırsat kalmadan, Kırım savaşının çıkması üzerine Tuna cephesine gönderilir... Genç yaşta harp meydanına atılan Osman Paşa'yı bundan sonra devamlı zaferler kazanan, hakkı olan terfiler olan bir subay olarak görmekteyiz.

Tuna cephesinde dört yıl kalan Osman Paşa, önce Mülâzım-ı Evvel, savaşın sonunda da Kolağası oldu (1856). Bundan sonra yarıda kalmış olan Kurmay eğitimini tamamladı ve Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye reisliğinde Genelkurmay Başkanlığı çalışmaya başladı. Anadolu haritasını çıkarmak vazifesiyle Bursa'ya tayin edildi. Sırasıyla; Teselya, Yenişehir ve Cebeli Lübnan'da vazife aldı...

Girit isyanlarının başlaması üzerine Girit'e tayin edilen Osman Paşa, âsiler karşısında gösterdiği kahramanlık üzerine Miralay rütbesiyle taltif edildi (1866) Osman Paşa'yı bundan sonra, sırasıyla şu vazifelerde ve rütbelerde görmekteyiz: vazifeli gittiği Yemen'den Paşa rütbesi alarak dönmüştür. Rumeli'de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka Kumandanlığına tayin edilir (1875). Buradaki çalışmalarından dolayı Birinci Ferik olur. Sırp isyanları başlayınca, emrindeki birliklerle âsiler üzerine yürür. Sırp ordusunu perişan eder ve müşir olur (1876). 1877-1878'de Rusya'nın Osmanlı devletine karşı saldırıya geçmesi üzerine Vidin ve Rahova bölgelerinin korunmasıyla vazifelendirilir.

Plevne ve Gazi Osman Paşa

Osmanlı'nın ezeli düşmanı Rusya, ilk hücumda ve kısa bir zamanda Osmanlı ordusunu mağlûp edip, İstanbul önlerine varmayı hayallemişti. Bu hayali kuvvetlendirecek hareketler de yok değildi. Kuzeyden hücuma geçecek olan Rusları durduracak iki müdafa hattı vardı. Tuna nehri ve Balkanlar silsilesi... Ruslar bu engeli de hemen hemen hiçbir zorluk görmeden geçmişlerdi.

Çarın kardeşi Grandük Nikola Nikolayeviç'in başkumandanlık ettiği Ruslar, Berkofça dağlarını aşmışlar, bugünkü Dobruca ve Bulgaristan topraklarına ulaşmışlardı. Bu ana kadar ciddi bir mukavemetle karşılaşmayan Ruslar hayallerinde İstanbul'u görmeye başlamışlardı... Rusların bu hareketi devam ederken, Osman Paşa'ya Ruslar'a karşı durmak üzere hareket emri verildi. Bunun üzerine Osman Paşa, Vidin'den hareket ederek beraberindeki 25 piyade taburu, 12 süvari bölüğü, 48 sahra topu ve 6 dağ topu ile birlikte, bir haftalık bir yürüyüşle Plevne önlerine gelmiş; şehri Ruslar'dan alarak, derhal doğru dürüst bir kalesi olmayan ve müdafaaya elverişli olmayan Plevne'yi tahkim etmeye girişmiştir.

Balkanlardan güneye sarkmak için Plevne engelini aşmak mecburiyetinde olan Ruslar, henüz yeni gelmiş, Osman Paşa kuvvetlerine karşı 20 Temmuz 1877'de saldırıya geçmiştir. Bu ilk saldırıda, kahraman askerlerimiz başlarında Osman Paşa ile düşmana karşı dururlar. Bu çarpışmalarda Ruslar 2874 ölü ve büyük ölçüde mühimmat bırakarak kaçarlar.

Moskoflar, savaşın başındaki kolay muvaffakiyetleri yüzünden ilerlemelerini devam ettireceklerini ummuşlardı. Fakat bilmiyorlardı ki, karşılarında, tarih boyunca destanlar yazan imanlı askerler ve başlarında da Osman Paşa gibi bir serdar vardı... Tecrübeli, cesur, imanlı kumandanların elinde olan bu şanlı ordu tarih boyunca zaferden zafere koşmuştu... Ruslar maddi güçlerine güvenerek, 30 Temmuz'da yeniden saldırır. Bu defa 184 top ve 50 bin askerle birlikte... Buna mukabil, Osman Paşa'nın elinde 58 top ve 23 bin asker vardı. Bu ikinci saldırıda da hüsrana uğrayan Ruslar, 7305 ölü verdikten sonra, gerisin geri kaçarlar.

Rus ordusu Plevne önlerinde mıhlanıp kalmıştı. Osman Paşa ve maiyyetindeki askerler düşmana göz açtırmıyor, bir adım bile ilerlemelerine müsaade etmiyorlardı...

Bütün dünyanın dikkati Plevne'deydi. Bir avuç Osmanlı ordusu, Rus ordusuna meydan okuyor, perişan ediyordu. Yakılan türküler yıllar boyu dillerden düşmemiştir.

Karadeniz akmam dedi,

Ben Tuna'ya bakmam dedi,

Yüzbin Moskof gelmiş olsa,

Osman Paşa korkmam dedi.

İman dolu sinede korku izi bulunabilir mi?.. Düşmanın sayı itibariyle çokluğu sarsılmaz imana sahip insanlar karşısında bir kıymet ifade edebilir mi?... Bunun cevabı Plevne'de verilmiştir.

Bütün hırslanyla saldıran Ruslar, Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı askerlerinden yedikleri darbelerden sonra, bütün kuvvetleriyle Plevne önlerine gelmeye başlamışlardı. Rus Çan II.Aleksandr bizzat gelerek muharebeleri yakından takip etmiştir. Son Rus ihtiyatları Plevne önlerine getirilir... Gözleri öylesine korkmuştur ki, bütün bunlarla da yetinilemez. Çar, Romanya Prensi I.Karol'a bir telgraf çekerek yardım ister. Telgraf manalıdır. «İmdadımıza gel! istediğin gibi, istediğin yerden, dilediğin şartlarla Tuna'yı geç! Acele Plevne'de yardımımıza yetiş! Mahvoluyoruz! Hıristiyanlık, dâvasını kaybetmek üzeredir!» Bu telgraf üzerine Kral Karol, 3 piyade, l süvari tümeni ve 108 topla Rus ordusuna katılır...

Ruslar yine perişan oluyor

Ruslar ve Rumenlerden oluşan birlikler Plevne'ye karşı hücuma geçerler. 7 Eylül'den itibaren 432 top, geceli gündüzlü Plevne'yi döğmeye başlar. Dört gün aralıksız devam eden top ateşinden sonra, 11 Eylülde taarruza geçen Ruslar ve Rumenler, ancak kendilerinin dörtte biri kadar olan Osman Paşa kuvvetleri karşısında perişan olurlar. Bu üçüncü saldırıda da Ruslar, 3'ü general ve 350'si subay olmak üzere 15 bin 553 ölü vermiştir.

Plevne önlerinde bu muharebeler devam ederken, Osmanlı ordusu diğer taraftan Sırbistan ve Karadağ ile de savaşmaktaydı.

Plevne iki yönden Ruslar tarafından kuşatılmıştı. Yalnız güneydoğu ve güneybatıdaki Sofya - Plevne yolu açıktı. Muharebe ile Plevne müdâfilerini mağlûp edemeyeceklerini anlayan Ruslar, tam «Rusça» bir yola başvururlar. Plevne'yi dört bir taraftan sararak kuşatma altına almak, böylelikle, erzak ve mühimmat yardımı alamayacak olan kuvvetleri teslime zorlamak...

Bu planı tatbik için 3 Eylül'de, Plevne'nin güneydoğusunda, Osma suyunun doğu kıyısı üzerindeki Lofça'yı işgal ederler. Daha sonra 28 Ekim'de güneybatıdaki Sofya-Plevne yolunu da kapatırlar.

Böylelikle Plevne'yi dört bir yandan kuşatmış oluyorlardı... Müdâfiler erzakları, cephaneleri bitene kadar vuruşmaya devam ederler. Son kurşunu da atıp, yiyecek birşey kalmayıncaya kadar dayandıktan sonra, yine de teslim olmazlar.

Osman Paşa, 10 Aralık gecesi kaleden çıkıp düşman saflarını yararak, beraberindekilerle birlikte düşman hattını geçmeyi planlar ve planını tatbik eder. Vuruşa vuruşa ilerlerken, bir kurşunla dizinden yaralanır. Dizini delip geçen kurşun atına da isabet etmiştir...

Kahraman kumandan yaralı olarak teslim alınır. Rus başkumandanı ve Çar, Osman Paşa'yı tebrik edip kılıcını iade ederler.

Üçüncü Plevne zaferinden sonra, Sultan II.Abdülhamid tarafından «Gazi» unvanı verilen Osman Paşa, bir süre esir olarak Rusya'da kaldıktan sonra, Ayestefanos anlaşmasının imzalanması üzerine İstanbul'a gelmiştir.

4 ay 23 gün Plevne'de Ruslara karşı koyan ordunun kumandanı Gazi Osman Paşa'nın İstanbul'a gelişinde, Sultan Abdülhamid bu şanlı askerimizi kucaklar ve «Sen benim yüzümü ağarttın. İki cihanda da yüzün ak olsun!» diye dua eder. Daha sonra Mabeyn müşiri olan Gazi Osman Paşa, vefatına kadar bu vazifede kalır.

Düşmanın dahi takdir etmeye mecbur kaldığı bu faziletli kumandan, marşlarla dillerde, hatırasıyla gönüllerde yaşayagelmiştir. Halâ söylenir:

Kılıcımı vurdum taşa

Taş yarıldı baştan başa

Şanı büyük Osman Paşa

Askerinle binler yaşa...

5 Nisan 1900'da Rahmet-i Rahmana kavuşan Gazi Osman Paşa'nın mezarı Fatih camii haziresindedir.

Kullanıcı avatarı
zeynep
Bölüm Yetkilisi
Bölüm Yetkilisi
Mesajlar: 2659
Kayıt: Pzt Ağu 07, 2006 12:25 am
Konum: İstanbul

Mesaj gönderen zeynep » Pzt Şub 25, 2008 5:23 pm

Bu değerli sahsiyetleri bizlere tanıttığınız, artı bizleri bilgilendirdiğiniz için hepinize sonsuz tesekkürler ediyorum.
Yarabbi! Hakkımda hayırlı olanı, gönlüme razı eyle. Gönlümde olanıda hakkımda hayırlı eyle.

Kullanıcı avatarı
ERKAN_OZDEMIR
Onursal Üye
Onursal Üye
Mesajlar: 2218
Kayıt: Cmt Tem 14, 2007 5:52 pm
Konum: Amasya

Mesaj gönderen ERKAN_OZDEMIR » Prş Şub 28, 2008 2:02 pm

HALİS TURGUT CİNLİOĞLU

Asıl adı Halis Turgut Araskaya olan Halis Cinlioğlu, aile unvanını kendisine soyadı olarak tescil ettirerek Halis Turgut Cinlioğlu adı ile üne kavuşmuştur.

Eğitimci yazar ve halkbilim araştırmacısı Cinlioğlu 1901 yılında Tokat il merkezi Horuç mahallesinde dünyaya gelmiştir.

İdadi öğreniminden sonra kurtuluş savaşı yıllarında Tokat Müdafa-i Hukuk Cemiyetinde görev almış, bu arada ‘Maarif Vekaleti’nin açtığı sınavı kazanarak Tokat ortaokuluna Tarih-Coğrafya öğretmeni olmuştur.

I.ve II. Tarih kongresinde Tokat heyetinden delege olarak katılan Cinlioğlu halk kültürüne en büyük hizmetini Tokat müzesinin açılışı için vererek yapmıştır.

1926 yılında bin bir zorlukla şimdiki yeri olan Gökmedrese binasını müze olarak açtırıp çevredeki tarihi eserleri derleyerek müzeye kazandırmıştır.

1947 yılında Tokat Yeşilırmak Özel Lisesi adı ile açılan lisenin kuruluşuna emeği geçmiş olup 1949 yılında resmi lise olan bu eğitim kurumunda ve Tokat ortaokulu, Kız enstitüsü ve Muallim mektebinde toplam 40 yıl hizmet vermiştir.

Öğretmenliğinin yanı sıra tüm Tokat il ve ilçeleri ile 574 köyde araştırma ve incelemeler yapmış en büyük hizmetini bu alanda vermiştir.

Hizmetlerinin bir yenisi de 1950’de kurmaya başladığı ‘Halis Cinlioğlu Özel Kitaplığıdır. Halen bu kitaplıkta yedi bin cilt eser bulunup, en zengin kişisel kitaplıklardan biri olarak halka açık tutulmaktadır

Kullanıcı avatarı
tarihci000

Mesaj gönderen tarihci000 » Sal Mar 11, 2008 2:50 pm

MEHMET AKİF ERSOY
Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul’da, sade ve geleneksel bir hayatın yaşandığı Fatih’in Sarıgüzel semtinin Nasuh mahallesinde 12 numaralı evde (Büyük bir yangında harap olan bu semtin ortasından bugün Vatan Caddesi geçmektedir) dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Ragif’tir. Ragif, ebced hesabıyla hicri 1290 rakamına karşılık gelmektedir ve bu rakam Akif’in doğum tarihidir.
Akif, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve bu görüşün dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk, panik yarattığı, buna rağmen hemen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir dönemdir.
2. Mahmut’un, 3. Selim’in başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat doruk noktasına varıyor ve bugüne kadar devam eden aydın- halk yabancılaşmasını, milletle devlet arasındaki problemli doğuruyor, toplumsal yarılmalara yol açıyordu. Yenileşme ile başkalaşma arasındaki farklar sık sık belirsizleşiyor atılan her adım ciddi sosyal ve siyasi maliyetler getiriyor, kendinden ve kendi köklerinden beslenen bir yenilenme gerçekleştirilemiyordu.
Korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, çözülüşle yeniden toparlanış aynı anda ve çok zaman kolkola denecek kadar birbirine yakın duruyordu.
Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiyesi politikası bütün hızıyla ve kararlılığı ile devam ediyordu.
Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul’a kadar ilerliyor Ayestefanos Abidesini dikiyordu. Yine 5 yaşında iken Abdulhamid, Meclis-i Mebusan’ı kapatıyor, devletin ve milletin varlığını korumak için politik dehasına ve çoküş endişesinin yarattığı bir haleti ruhiyeyle baskıcı bir politikaya yöneliyordu.
Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden (icazet veren) İpek’li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi’dir. Annesi ise Buharalı Mehmed Efendi’nin kızı H. Emine Şerife hanımdır. Babası Rumelili (Arnavut) annesi ise Buhara’dan hacca giderken Amasya’da vefat eden Buharalı Şirvani Rüştü Efendi’nin kızıdır. Tahir efendi, ilk kocası vefat eden Emine Şerife Hanım’ın ikinci eşidir.


Akif’in ailesi sade ve orta halli ama bir inanç ikliminin bütün olgunluğu ve güzelliği ile yaşadığı bir aile idi.

Akif babasını,
“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak
Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak.”
diye tasvir eder.

Hoca Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını (Akif ve kızkardeşi Nuriye) kendi eliyle yıkar, kızının saçlarını tarar, pişirdiği salepleri içirerek onları mekteplerine gönderirdi... Çocuklarını bir kere bile dövmemişti. (Kuntay, s.157)
Akif, Annesini ise şöyle anlatır:
“Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı.”
Ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, Akif’in ailesi ve kökeni ile ilgili şu nefis yorumu ile yapar:
“Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:
Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının bir sentezi bir çocuk”
Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha da çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, umutsuzluğa sürekli olarak düşülmemeyi getirecektir. Doğuş yeri ise, ümüslü ve verimli bir topraktır ki, tabiatta nice saçılıp da kaybolan iyi tohumların bir gramını bile ihmal etmez, değerlendirir, yemişlendirir.”
Akif’in doğduğu Fatih semtini Sezai Karakoç şöyle tasvir ediyor”
“Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzdeyüz Fatih şehridir. Fatih camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka fatih medreseleri ve semti, en saf müslüman Türk heyacanının ördüğü bir toplumdur.”
Akif, İstanbul’un bu en Türk, en yerli ve en yoksul mahallelerinden birin de doğdu ve yaşadı. Hayatı burada tanıdı ve keşfetti, toplumsal dokuyu burada ve onun bir parçası olarak tanıdı. Bir inanç ikliminin güzelliği ile birlikte toplumun yazılı olmayan mutabakatlarını, modern hayatın yerli ve geleneksel olana nasıl nüfuz ettiğini, hangi çelişkilere, trajedilere yol açtığını, neleri çürüttüğünü, nelerin eskidiğini ve nelerin yenilenmesi gerektiğini bu mahalle hayatında gözlemledi. Yenilenmekle, yerli kalmak, kendi olmak arasındaki tercihlerinin ilk çizgilerini burada idrak etti.

Ve Akif burada bir şey daha öğrendi. Her türlü kirlenmeye açık bir yoksulluğun, sade ve onurlu bir hayata nasıl dönüştürülebileceğini. Erdemli yoksulluk helal kazanç ve emek demektir, fedekarlık demektir, dayanışma demektir, karşılıksız sevmek demektir, hırs ve rekabeti ayaklar altına almak demektir. Erdemli yoksulluuğun tek sigortası vardır. Çalışmak, ölene kadar çalışmak, onurunu kaybetmeden çalışmak.
Akif kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır.

Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz
Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler...
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?
Ne var gidip Yakacık’larda demgüzâr olacak
Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;
Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!

Akif bu mahallede bu inaç ve gelenek ikliminin ortasında mahalle hayatını bütün renk ve çizgileriyle yaşadı.

Babası O’nu sekiz yaşından itibaren Fatih camiine götürdü. Bunu bir şiirinde şöyle anlatır.

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle camîe gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin ?????? namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Namaza durdu mu, naliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi, ben atık kalınca âzade
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde.”

Cami, masal, oyun ve yaramazlık. Cami içinde baba ve çocuklar. Camii içinde inanç ve coşku. Camii içinde ciddiyet ve oyun. Cami içinde inanç ve çocuksuluğun sınırsızlığı. Cami içinde yetişkin ve çocuk samimiliği.
Ve cami ile içiçe bir ev. Camii ile içiçe bir mahalle hayatı. Camii ile içiçe düşünce, duyarlık ve yaşama iklimi.
İşte yetişkin Akif’in portresinin temel çizgilerini belirginleştiren çocuk Akif’in dünyası ya da Âkif’in içinde kendini bulduğu dünya...

Ve Akif’in mizacı.. ele avuca sığmayan bir çocuk. Çalışkan ama haşarı. Okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına sımayan bir mizaç. Masal dinlemeden uyumayan bir ruh. Uyuması için kendisine masal anlatırken anlatırken uyuyakalan Saime Hanım’ın eline mangalda kızdırdığı cevizi bırakarak yakan bir yarım kalmışlığı kabullenememezlik.
Akif böyle bir ortam içinde o günün geleneğine uyularak 4.5 yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Yaklaşık iki sene sonra Fatih İptidaisi’ne (ilkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra girdiği Fatih Merkez Rüştiyesi’ni (ortaokulunu) 1895 yılında bitirdi.
Bu mezunuyet aile içinde görüş ayrılığına yol açtı. Emine Şerife Hanım, Hocazade’sinin (Annesi Âkif’e Hocazadem diye hitabederdi) sarıklı olmasını, medresede tahsiline devam etmesini istiyordu. Babası Tahir Efendi ise medresede okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürüyor, yeni açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini istiyordu. Akif’in anne ve babası arasındaki bu görüş ayrılığı Dönemin toplumsal tercihlerindeki farklılaşmayı da ortaya koyuyordu. Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle yaşadığı Fatih’te, evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek isteyen anne diğer yanda değişen dünyanın gereklerini farkeden kendisi de bir inanç ve ilim adamı olan baba. Ne inanç ihmal edilebilirdi ne yeni gelen ve kendi şartlarını dayatan dünya. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşturmuş gibidir.
Sonunda Tahir Efendi’nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek tercihini oğluna bırakır. Akif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye’yi tercih ettiği için ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır. Kayıt tamamlandıktan sonra kâtip kayıt harcı ister, Tahir efendi, Âkif’i bir köşeye çeker, kesesini çıkarır ama istenen miktarda para yoktur. Tahir efendi rehin bırakmak üzere gümüş saatini çıkarınca kâtip almaz ve kayıt harcını ertesi gün getirebileceklerini söyler.
İlk gençlik yılları da çocukluğu gibi. Taşkın, ele avuca sığmaz, güçlü, sıhhatli ve enerjik. Pehlivanlarla güreşen, boğazda karşıdan karşıyla yüzen, taş yarıştıran bir ilk gençlik. Ama hep çalışkan, hep erdemli.
Mülkiye’nin İ’dâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra şehadet-nâme (diploma) aldı ve yüksek kısmına kaydoldu. Bir sene süre sonra (H.1305/1887-88) babası vefat etti. Aynı yıl evleri yanınca Mülkiye’ye nehari (gündüzlü öğrenci) olarak devam etmesi imkansız hale geldi. Mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçti.

Âkif bu okulda kendisini derinden etkileyecek bir öğretmenle karşılaştı. İnançlı bir Türk Hekimi olan, Türkiye’ye mikrop bilimini getiren Rifat Hüsamettin Hoca. Pasteur’un öğrencisi olan bu öğretmeninden Pasteur sevgisini aldı. Mithat Cemal, Akif’in Pasteur’ün fotoğrafına bakıp hayranlıkla “Bu ne ilâhi yüzdür” dediğini, fotoğrafı öptüğünü ve ardından “Mu’tekid de! (İnançlı) eklediğini kaydeder.
Çoğu kendisi gibi babasız ve yoksul öğrencilerden oluşan bu okul Âkif’e sağlam ve bir ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı.
Yine bu okul, Akif’in sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz bir imanla, müspet bilimin harika bir uyumunu sağlayan zihini yapısını oluşturdu.
Akif bu dönemde de Kıyıcı Osman Pehlivandan güreş öğreniyor, Çatalca köylerinde yağlı güreş tutuyor, taş yarıştırıyor, yüzüyor ve çok sevdiği mektebin “Doru” isimli atına biniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor
Şiire ilgisi de bu yıllarda başlıyor ve okulun son iki senesinde başladı. Bunlar dönemin yaygın kanaatlerinin izlerini yansıtır ve divan şiirlerine nazireler şeklindedir.
22 Aralık 1893’te okuldan birincilikle mezun olur ve 26 Aralık’ta “Orman ve NMa’adin ve Ziraat Nezare’Baytar Müfettiş Muavini” olarak tayin edilir.

Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır.
Bu seyahatler Akif’in gözlem gücünü, toplumu daha yakından tanımasını sağlamış olmalıdır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir şekilde kullanır. Yine bu ve bundan sonraki seyahatler Akif’in hem düşünce tarzını hem de şiir anlayışını temellendirir.

Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te İlk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’da yayınlanır.
Buarada çocuk yaşlarda başladığı Kur’an’ı Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını yoğunlaştırır ve Hafız olur.
1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi.
Akif’in bu yıllarda da Maarif mecmuasında, Resimli Gazete’de şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca’dan yaptığı çevrilerini yayınlamaya devam eder.
17 Ekim 1906’da mevcut görevine ilâveten “Halkalı Ziraat Mektebi Mektebi’ne “Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebi’ne Türkçe Muallimi olarak atanır.
23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Akif, bu sırada İstanbul’da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavin’dir.
Akif’in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Dönemin bütün aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde hissediyor ve bir çıkış yolu arıyordu.
Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız şartsız itaat “itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söyler. Ve cemiyetin yemini Akif’le değişir.
Akif’in karekterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür.

Cevapla

“DEMİRCİLİ ve SELEMEN'İN GEÇMİŞİ ve TARİHÇESİ” sayfasına dön